- gidecek yerim yok. sende kalabilir miyim?
lafı mı olur, getir eşyalarını hemen dedim. kışın ortasındaydık, havalar buz kesiyordu. bavulunu kaptı geldi bir gün sonra. odamdaki, kalorifer peteğinin yanındaki yatağı ona verdim. çocuklara sadece, benim odamda kalacak ve kirasını ben vereceğim dedim. tamam dediler.
odamda kalıyordu. benim kampüsüm farklı yerdeydi ama ev arkadaşlarımla aynı kampüsteydi. okula beraber gidiyorlardı, akşama yine beraber geliyorlardı. üç tane lümpen ev arkadaşım, ben ve o aynı eve geliyorduk akşamları. doğru dürüst konuştuklarını hiç görmedim, hepsi birbirine refakatçi yol arkadaşı gibiydi. tipik üniversite öğrencisi. günler, aylar birbirini kovaladı. aynı odada kalıyorduk. bir pazar sabahıydı, beni dürte dürte uyandırmaya çalışıyordu ve kalk gitmişler dedi. üçüncü polis baskını bir gece önce olmuştu ve çocuklar korkmuştu. yasadışı herhangi bir döküman bulamadıkları için 'bunlar illegal örgütlenmeler ama yasal işte amk. daha sağlamını bulacağız sen dert etme' diyerek bana tutanak imzalatmışlardı. boynuma yediğim yumruğa rağmen tebessüm edip imzalamıştım. sabahına ev arkadaşlarım tası tarağı toplayıp gitmişler. duvarındaki atatürk posterini, 'polis, aç kapıyı' sesini duyar duymaz odasının penceresinden aşağı atan beyinsiz ve diğer ikisi. gitmişlerdi.
ev bulmamız lazım, buranın kirasını ödeyemeyiz dedim. yaklaşık yirmi gün sonra daha merkezi bir yerde, iki katlı eski bir ev buldum. ev sahibiyle anlaştım, bir erkek bir kız iki öğrenci kalacağımıza ikna ettim. cep telefonu bende yoktu, onda da yoktu. gün içinde haberleşmemiz kısıtlıydı ve ancak akşama evde buluşabiliyorduk. yeni evimizi bulduğumu, hafta sonu taşınabileceğimizi söyledim. sevincinden boynuma sarıldı.
taşınacağımızdan bir gece önce, evi göstermeye götürdüm. anahtarını almıştım. çok beğendi, çok oda var burası çok büyük dedi. gülüştük. aniden, ben senden habersiz bir şey yaptım dedi. başımı salladım anlat der gibi. yeliz'de bizimle olmak istiyor, ben de kabul ettim dedi. sorun yok dedim, desene üç kişi olduk.
eve üç kişi taşındık. nilgün, yeliz ve ben. yeni evimizin yanında, denize akan derenin üstünde ufak bir köprü vardı. gece onun üstünden geçip eve geliyorduk. eve yerleştiğimizden bir gün sonra, nilgün ile yine bir akşam üstü tam o köprünün üstünde yürürken aniden durdum. köprünün ortasındaydık ve hava çok soğuktu. nilgün ben seni seviyorum dedim. yanılıyorsun, o alışkanlık sadece dedi yaklaşık beş dakika süren sessizliğinin ardından. koluma girdi, hadi şimdi evimize gidelim dedi gülümseyerek. susarak eve doğru yol aldık.
eve girdik ve dışarıda bıraktığımız hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. yeliz ile aynı büyük odada kalıyorlardı, bense karşılarındaki odada. o gece uzun uzun konuştular, seslerini duydum. iki şişe şarap bitirmiştim, kesmedi gittim bir şişe daha aldım geldim. onuda içtim uyudum.
günler, aylar geçti. ev arkadaşlığımız dört dörtlük yürüyordu. ben ona, o bana köprüdeki konuşmayı yaşamamışız gibi davranmayı öğrendik. bir gece onların odasında şarap içiyorduk. yeliz yoktu, nilgün ile başbaşaydık. şarap bitti ve ne olduysa oldu, birdenbire sevişmeye başladık. hayatımın hiçbir döneminde, öyle bir sevişme yaşadığımı hatırlamıyorum. seviştik ve sevişme bitince, kalktı yürüdü. sen burada uyu, ben senin odanda uyuyayım dedi ve odama gidip kapıyı kapattı. kafam bir dünyaydı ve o andan sonrasını hatırlamıyorum, sızdım büyük ihtimal.
ertesi gün kahvaltıda yüzlerimiz kıpkırmızıydı. birbirimize bakamıyorduk. keza ikimiz de utanmasını bilen insanlardık. ben ona olan sevgimi içimde yaşıyordum, o bana çok büyük saygı duyuyordu. ama sevişmiştik artık ve ok yaydan çıkmıştı. adını koyalım mı, ne diyorsun dedim. adı yok dedi. nasıl yani diyecek oldum, sus dedi. peki dedim, sustum.
günlerden bir gün, olağan hayatlarımıza devam ederken sınıf arkadaşlarının doğum günü partisine gideceklerini söyledi ikisi. barlar sokağında bir barda, arkadaşlarının doğum gününü kutlayacaklardı. hiçbirimiz barlara takılmıyorduk, hem ben siyaset yaparken barlara takılmak yakışık almazdı. genelde evde içiyorduk zati. mini eteğe yakın bir şeyler giymiş gelmiş bunlar odama, nasıl olmuş diye gösteriyorlar falan. böyle mi gideceksiniz oraya diye kızmıştım. o feodalliği üzerimizden, ta o zamanlar güya özgürlükçü kesilirken bile atamamışız demek ki. neyse gitti bunlar, ben sinirlendim bunları götürmeye bile gitmedim. gece eve geldiklerinde nilgün direkt odama girdi, ben kitap okuyorum. biraz alkolü fazla kaçırmışlardı ve bana 'eğer yanlış bir şey yaptığımı düşünüyorsan tokat atabilirsin' demişti. lafı biter bitmez ve elimin tersiyle, hayatımda ilk ve son defa bir insana tokat atmamı sağladı o cümle ve o gözler. sızısı halâ içimde yaradır. o günlerin peşinsıra bir, iki kere daha uzun metrajlı ve tamamı ile alkolün etkisiyle sevişmeler yaşadık. bedenlerimizi kullanmaya ve birbirimize hiçbir şey olmamış gibi davranmaya hepten alışmıştık. bunu kağıt üstünde bir erkek ister gibi gözükse de, bizim ilişkimizde böyle davranmaya zorlanmış olan ve durumu hazmedemeyen maalesef bendim. nilgün halinden memnundu.
yazları korsan kitap satıyordum ve memlekete hiç dönmüyordum. nilgün'de eve dönmek istemediği için bir şeyler yapmak istiyordu. sırf burada kalmak istediği için gümüş takılar getirttim, bizim standımızın yanına ona da bir stand açtık. yazları her taraf öğrenci kaynıyordu o zamanlar vali konağının önündeki büyük park. kitapçılar, gümüşçüler v.s.
her gece eve beraber dönüyor ve sabaha kadar içip, sızıyorduk. akşam üstü kalkıp tekrar standların başına geçiyorduk. bütün bir yaz böyle geçti, ara sıra garnitür niyetine sevişmeler de cabası. adını koymadığı için, adını koymak istemediği için mutluydu. köprüde söylediğini bana kanıtlamak istermiş gibi, 'bak gördün mü yanılmışsın. beni elde edince nasıl da sesin soluğun kesildi' demek istermiş gibi bi garip hallere bürünüyordu. yeter be diyemiyordum, böyle sürecekse istemiyorum diyemiyordum, ondan gitmek istiyordum ama diyemiyordum.
ve bir gün aşık oldu nilgün. seviyorum dedi. birlikteyiz dedi. başka fakülteden bir arkadaşla beraber olduğunu söyledi. fazlasıyla karmaşık duygulardı o an yaşadığım şeyler, hatırlıyorum. ne diyeceğime, ne yapacağıma karar veremediğim şeyler düşündüm ve sustum her zaman ki gibi. sanırım kendimi kısa sürede toparlamış olmalıyım ki, onun gerçekten sevdiğini düşündüğüm biriyle birlikte olmasına sevinmeye başladım. onun mutluluğunu istemek, bu mesnetsiz ve adsız ilişkiyi sürdürmekten daha mantıklı gelmeye başladı. halâ aynı evde ve üç kişi kalıyorduk. hatta birlikte olduğu arkadaş evimize de geldi, tanıştık falan. yaşamak lazım bu tür şeyleri diyeceğim türden bir ilişki yumağı değildi tabii ki ama bir yandan da sahnenin ortasında kimin başrol oynadığı belli olmayan bir skeç canlandırıyor gibiydik. günler, aylar geçti. o arkadaştan ayrıldı nilgün. döndü tekrar kararsız yanlızlığına. istepne niyetine biri vardı nasıl olsa elinin altında. dönünce kucaklayacağı biri. cezmi ersöz'ün de dediği gibi, yedek sevgili.
tam üç yıl aynı evde kaldık üç kişi. bu süre zarfında ben hep onu, o hep başkalarını sevdi. dört kişiyle daha birlikte oldu ama hepsinin sonunda bana döndü. hiçbiriyle hiçbir şey yaşayamadı ama bana döndü. içimdeki sevgi, aşk adına ne dersen de zamanla çıkar ilişkisine dönüştü. ama ben dönüştürmedim kendimi, o öyle istedi oyunun kuralı bu dedi ve hükümranlığını çok önceden ilan etti. yazılı kanunlar onundu, bana sadece yasalara uymak kalmıştı.
okulun bitmesine yakın, daha doğrusu benim memlekete dönmeme yakın evlerimizi ayırdık nilgün ile. nilgün ve yeliz'in birer seneleri daha vardı, sınıflarından iki kız arkadaşlarıyla başka bir eve çıkmaya karar verdiler. aramızdaki rutin ilişki aynı tempoda ve sıklıkla gitmeyecekti artık. ortak kullanım alanımız ve birbirimizi kullanmak adına seçtiğimiz tek yer, evimiz ayrılıyordu. benim altı ayım kalmıştı ve bir arkadaşımın evine çıkmıştım. zaman geçiyordu. son senenin bahar şenlikleri onların kampüsünde oluyordu ve ben nilgün ile yaklaşık 3 aydır hiç görüşmüyordum.
yeni bir ilişkiye başladığını söyledi arkadaşlar, 'artık unut amk okul bitti sendeki bu saplantı bitmedi' diye taşak geçiyorlardı hatta. alttan girip, üstten çıkıyordum 'ne alaka amk ne işim olur lan benim onunla' gibisinden atarlanıyordum. bilen biliyordu da, ben bilmediklerine inanmıştım 4 yıl boyunca. bahar şenlikleri için gittiğimiz kampüste gördüm onu en son. bir de giderken sordum, halâ beraber mi o dallamayla diye. valizimi sırtıma alıp memlekete döndüm sonra.
ve üzerinden tam 12 yıl geçti bu yaşananların. buldu beni nilgün, yaklaşık bir hafta önce. ben onun fotoğraflarını gördüm, o da benimkileri. yaşlanmışız oldu ilk cümlelerimiz birbirimize, tam 12 yıl sonra. diyarbakır'a çıkmış benden bir sene sonra tayini. o dallamayla birlikte gitmişler. 6 yıl birlikte yaşamışlar. sonra bir gün, diyarbakır'daki en yakın arkadaşlarına aşık olmuş o dallama. nilgün 20 kilo vermiş bir ayda. zaten gördüğümde inanamadım. istanbula istemiş tayinini 6 yıl önce. avcılar'da öğretmenlik yapıyor şimdi. o dallama için, 'hepsinden farklıydı be olum. tamam ben çok bencildim ama onun bana bunu yapmasını hiç hazmedemedim, çünkü ben onu gerçekten sevmiştim be olum' diye ağladı omuzumda.
belki de yanılmışsındır nilgün, belki de sadece alışkanlığındı dedim. ağlamayı bıraktı ve sustu. yıllar sonra da olsa, yedek sevgili olmanın o muazzam acısını gözlerinde gördüm. gözlerindeki o acıyı gördüğümü gördü, yanağımdan öptü ve gitti.
sözlük yazarlarının itirafları
(vurgula: basketboldan nefret ediyorum). neden mi? nedeni kartal sözlük ve yazarlarıdır.
ilgi alanları basketbol olan çok değerli yazar arkadaşlarım elbette özgür iradeleriyle ve gayet normal olacak bir şekilde basketbolcuları ve basketbol terimlerini,sonuçlarını yazmaktadırlar. fakat bi bok anlamayan ben uzun süre, ki eğer üstlerine tıklamazsam bu kişileri öldü sanmaktaydım arada gerçekten ölü insanlar olduysa da artık affetsin beni..özellikle ukte kısmına tıkladığınızda aklım başımdan gidiyor bir ton küfürü basıyorum. hatta bazen çıkış veriyorum. artık kusuruma bakın ve eksimi basın gitsin. çünkü cidden nefret ediyorum. öptüm hepinizi..sevgilerimle..
ilgi alanları basketbol olan çok değerli yazar arkadaşlarım elbette özgür iradeleriyle ve gayet normal olacak bir şekilde basketbolcuları ve basketbol terimlerini,sonuçlarını yazmaktadırlar. fakat bi bok anlamayan ben uzun süre, ki eğer üstlerine tıklamazsam bu kişileri öldü sanmaktaydım arada gerçekten ölü insanlar olduysa da artık affetsin beni..özellikle ukte kısmına tıkladığınızda aklım başımdan gidiyor bir ton küfürü basıyorum. hatta bazen çıkış veriyorum. artık kusuruma bakın ve eksimi basın gitsin. çünkü cidden nefret ediyorum. öptüm hepinizi..sevgilerimle..
her doğum günümde mesaj atardı sadece. ''iyi ki doğdun, kendine iyi bak''. her doğum günümde beklediğim mesajları aldım. hiç kimselerin bilmediği bir doğum günüm var benim, onun bildiği. geçen ay atmıştı son doğum günü mesajını. okumuştum. mesaj yazmak istemeden silmiştim hemen. teşekkür etmeden silmiştim, diğer yıllardaki gibi. bir mesaj daha geldi bugün, ''geçenlerde doğum gününü kutlamıştım, alıp almadığını merak etmekteyim, cevap verirsen sevinirim'' diye yazmış. okudum, sildim. iki saat sonra bir mesaj daha, ''benimle konuşmak istemiyorsun anladım. bir daha rahatsız etmem özür dilerim'' yazıyordu.
''arayamadım işlerim vardı'' dedim, yıllar sonra ilk mesajımla. ''bende sanmıştım ki'' ile başlayan cümlelerini okudum ardısıra. ben okudum o yazdı, o yazdı ben okudum. ''arayabilir miyim seni'' dedi. ''istersen ara'' dedim, istemsiz bir sarkma dudaklarımda. aradı. sesini duydum sekiz yıl sonra. ağladı. ''çok özlemişim sesini'' dedi, ''inan her gece rüyama giriyorsun'' dedi. dinledim. telefonun başında ayakta buz kesilerek dinledim. bir film şeridi bu kadar mı hızlı geçecekti. geçti. ''anlat, sesini özledim'' dedi. anlattım. ''yetmedi mi'' dedim, ''anlat'' dedi. anlattım. gözyaşları ahizenin ucunda sel olup akıyorken, sırf o ağlamasın diye sustum. ''anlat'' dedi, ''sen bana bakma'' dedi, anlat. anlattım. ''sesini o kadar çok özlemişim ki'' dedi, sustum. ''seni ne çok özlemişim'' dedi, sustum. ''anlat'' dedi anlattım. dinledi ağladı, ağladı anlattım. ''sen hayatımda tanıdığım en iyi insansın'' dedi, sustum. ''sen şu dünyanın en güzel insanısın'' dedi, sustum. ''ben seni çok özlemişim be'' dedi. bir tebessüm oldu yanaklarım ki, yana yakıla. sevmeyene düşman başına.
bir hayat hayal edersin hani, kısa zamanlara ömürlük sevdalar bezeli. bir ömür hayal edersin ya, ömrümü adayacağın. benim en büyük hayalim bir kızımın olmasıydı. adı zeynep olacaktı, umuyordum ki onunla olacaktı. olmadı, olamadı. olduramadık biz.
anlattım ondan sonraki her şeyin aynı olduğunu, sustu. dinlettim, bıraktığı adamın değişmediğini, sustu. bana ''nasılsın iyi misin ailen nasıl?'' diye yazdığı yıllar önceki bir mesajın sonuna adını, eşinin adını ve zeynep'i yazmıştı. bir kızı olmuş ve adını zeynep koymuştu. ''allah babamdan aldığı ömrü, zeynep'e versin'' diyerek cevaplamıştım. ilk defa haberimin olduğu zeynep'in varlığına, kaybettiğim babamın yokluğuyla verdiğim bir cevap. telefonun sonuna doğru ''zeynep ne yapıyor'' dedim. ''uyuyor'' dedi. sustum, sustuk.
ömrümde en çok sevdiğim adamı ellerimle toprağa verişim, ömrümde en çok seveceğim isme kızım diyemeyişim. ikisi de benden uzak, ikisi de uyuyordu. ''hayat, senin ben ta amına koyayım'' dedim içimden. sustu, sustum, sustuk.
''arayamadım işlerim vardı'' dedim, yıllar sonra ilk mesajımla. ''bende sanmıştım ki'' ile başlayan cümlelerini okudum ardısıra. ben okudum o yazdı, o yazdı ben okudum. ''arayabilir miyim seni'' dedi. ''istersen ara'' dedim, istemsiz bir sarkma dudaklarımda. aradı. sesini duydum sekiz yıl sonra. ağladı. ''çok özlemişim sesini'' dedi, ''inan her gece rüyama giriyorsun'' dedi. dinledim. telefonun başında ayakta buz kesilerek dinledim. bir film şeridi bu kadar mı hızlı geçecekti. geçti. ''anlat, sesini özledim'' dedi. anlattım. ''yetmedi mi'' dedim, ''anlat'' dedi. anlattım. gözyaşları ahizenin ucunda sel olup akıyorken, sırf o ağlamasın diye sustum. ''anlat'' dedi, ''sen bana bakma'' dedi, anlat. anlattım. ''sesini o kadar çok özlemişim ki'' dedi, sustum. ''seni ne çok özlemişim'' dedi, sustum. ''anlat'' dedi anlattım. dinledi ağladı, ağladı anlattım. ''sen hayatımda tanıdığım en iyi insansın'' dedi, sustum. ''sen şu dünyanın en güzel insanısın'' dedi, sustum. ''ben seni çok özlemişim be'' dedi. bir tebessüm oldu yanaklarım ki, yana yakıla. sevmeyene düşman başına.
bir hayat hayal edersin hani, kısa zamanlara ömürlük sevdalar bezeli. bir ömür hayal edersin ya, ömrümü adayacağın. benim en büyük hayalim bir kızımın olmasıydı. adı zeynep olacaktı, umuyordum ki onunla olacaktı. olmadı, olamadı. olduramadık biz.
anlattım ondan sonraki her şeyin aynı olduğunu, sustu. dinlettim, bıraktığı adamın değişmediğini, sustu. bana ''nasılsın iyi misin ailen nasıl?'' diye yazdığı yıllar önceki bir mesajın sonuna adını, eşinin adını ve zeynep'i yazmıştı. bir kızı olmuş ve adını zeynep koymuştu. ''allah babamdan aldığı ömrü, zeynep'e versin'' diyerek cevaplamıştım. ilk defa haberimin olduğu zeynep'in varlığına, kaybettiğim babamın yokluğuyla verdiğim bir cevap. telefonun sonuna doğru ''zeynep ne yapıyor'' dedim. ''uyuyor'' dedi. sustum, sustuk.
ömrümde en çok sevdiğim adamı ellerimle toprağa verişim, ömrümde en çok seveceğim isme kızım diyemeyişim. ikisi de benden uzak, ikisi de uyuyordu. ''hayat, senin ben ta amına koyayım'' dedim içimden. sustu, sustum, sustuk.
her konuda yazma özgürlüğünü kullanıp, istediğimden nefret edip, istediğimi şikayet edeceğim (vurgula: sözlüğüme), istediğim itirafı yazmaktan zevk alıyorum. eğer abuk subuk olduğu düşünülürse isteyen aynı özgürlüğü kullanıp zaten eksi oyunu verir oturabilir düşüncesindeyim. (ki zaten o oylar verilmiştir.dahası da gelecek gibi)
senin sevdiğin şeyleri sevip,senin sevmediğin şeyleri sevmemek zorunda değilim.bu dert veya itiraf benimdir. ister severim ister ben sikerim.
ayrıca itirafım da şudur: fani madida bana bu itirafı[ybkz]swh[/ybkz] zorla yazdırtmıştır.
senin sevdiğin şeyleri sevip,senin sevmediğin şeyleri sevmemek zorunda değilim.bu dert veya itiraf benimdir. ister severim ister ben sikerim.
ayrıca itirafım da şudur: fani madida bana bu itirafı[ybkz]swh[/ybkz] zorla yazdırtmıştır.
bir insan düşünün ki hayatı uykunun kıyısından geçmiyor, bu sorun yüzünden kendinde en ufak bir enerji tanesi dahi hissetmiyor. hergün çatlayacak gibi hissediyor kafatasını ama yine de savaşıyor, emek harcıyor bazı şeyler için. açık açık anlatınca malum olanı "tembelliğe kılıf uydurmak"la suçlanıyor o kibirli gözler tarafından. derdini anlatamayınca susuyor, ketum oluyor biraz. bu defa da "sıkıcı olmak"la suçlanıyor. sonra ne mi oluyor? eve geliyor bu insan, sinirden kendi kendini sikiyor. uzanıyor yatağa, sızmak istiyor ufaktan böyle, haliyle onu da beceremiyor. vaziyet böyle olunca açıyor kartal sözlüğü karalıyor bir iki satır..
birazdan 46 saat olacak ve ben nihayetinde kafayı yakacağım.
haplara savaş açarak gemileri yaktık bir kere zaten. çekilecek çile değilsin be insomnia..
(bkz: bu da böyle bir itirafımdır)
birazdan 46 saat olacak ve ben nihayetinde kafayı yakacağım.
haplara savaş açarak gemileri yaktık bir kere zaten. çekilecek çile değilsin be insomnia..
(bkz: bu da böyle bir itirafımdır)
bazı bazı nispeten ışıltılı anılarla dolu yakın geçmişi şöyle bir düşünüyorum, bu dibe vuruşun başlangıcını tespit etmeye çalışıyorum. sevimsiz, ilgisiz, motivasyonunu ve insanlara olan güvenini kaybetmiş tam anlamıyla bir kaybedenin, kayıp günler penceresinden içeri bakmasını sağlayacak gözleri arıyorum. çünkü hastayım artık, bunu kabullendim. uyku bozukluklarım hastalığa evrildi ve bu da başka psikolojik fobilere neden olmakta. böyle farkediş zamanlarında insan ister istemez düşünüyor bazı şeyleri. o düşüşün nerede başladığını ve uzun günler sonunda buluyor nihayet.
"sen mükemmelsin"
bir erkeğin, bir kızdan duyabileceği en şahane iltifat sanırım bu. hiç söylememiş olmasını yeğlerdim, gerçekten. haketme/haketmeme mevzusu değil bu; bu kısa cümle var ya kısa cümle, insanı öyle bir baskı altına sokuyor ki, deplasman derbisindeki savunma oyuncusu gibi hissediyorsun kendini yemin ediyorum. ve böyle bir baskı altında yaşarken, onunla farklı şehirlerde olmak? ilk uykuların aksadığı, akabinde haplara başlanan o zamanlar. 3-4 sene evveli işte. yürümeyeceğini açık açık söylememe, zamana ihtiyacımız olduğunu söylediğim halde bana neden öyle bir laf kurdu ki şimdi? ağladı, tek silahı kontraatak olan yılmaz vural gibi davrandı oltaya getirdi beni, şans verdim çünkü dünyanın en boktan iyimser insanıyım. bok vardı verdim, bok vardı ağladı.
hayatımın üç yılını paylaştık sürekli uzak şehirlerde. hiç tanımadık oysa birbirimizi, hiç şansımız olmadı. o tercih döneminde yazdığım şehirleri sormuştu, bense inatla söylememiştim. oysa söylemiş olsaydım ve şans da biraz yaver gitseydi şansımız olacaktı ilk defa. bunu biliyordum tabi, sandığı kadar bencil değildim. ama o boktan düşünce tarzım yüzünden olası güzel zamanların üzerine güzelce sifon çektim. çünkü ben çok bencil bir adamdım, öyle ki eski sevgilisinin peşinden istanbulları yazıp da açıkta kalan bir insan, yine aynı duyguyu yaşamasın da mantıklı ve istediği tercihleri yapabilsin diye bencillik etmiştim. tabi bunu o hiç bilmedi, anlamadı, bilse de bilmemezlikten, anlasa da anlamamazlıktan geldi orası ayrı.
yazlıktaydım, 40 yılda bir geliyordu o da. kayıtlar için gitmem gerekiyordu benim, çünkü yeni bir şehri bilen eski arkadaşla gitme fırsatım vardı ve o zorlu ilk günleri atlatmayı planlıyordum böylece. sonra ne mi oldu? ben gittim ve bu şapkadan tavşan çıkartan arkadaşımız akşamı yazlığa gelmiş, onu öğrendim. lan? ben dumura uğradım tabi. insan akşamından bari anagramlı falan bir şekilde pas atar bre allahsız! açık ve net göt gibi hissetim kendimi, öyle husursuz oldum. dönemedim de geri, kalacak yer parasıydı falandı filandı derken beş kuruşsuz kalmıştım. ben böyle bir psikoloji içindeyken o gününü gün etmekle meşgul oldu yazlıkta, utanmadan da yine beni suçlu ilan etti tabi.
ardından gel zaman git zaman üni. hayatına adapte oldum ve son cenabetliğin ardından "yok dostum olmayacak herhalde bu iş böyle" demeye başladım. ilk başlarda fırtınalı bir ergenlik arkadaşlığından yeni fırlamış bir embesil olan ben, kendisinin ani ve güçlü ilgisi-sevgisi karşısında afallamış olan ben zamanla aslında hiç tanımadığım bir insanı sevmeye başlamıştım da haberim yokmuş aslında. bunu her dangoz gibi onlarca kez usulca ayrıldıktan sonra farketmiş olmaksa ayrı bir klişe tabi. ben türk filmi tadında bir pişmanlığın içindeyken onun bir kaç gün arayla attığı mesajlarla bir şekilde barıştık yine. ama bu defa başkaydı, kendisi de şaşırırdı bu başkalığa. ona derdim ki, "bazen tek ihtiyacınız olan bir ışık yakmaktır.". evet bunu derdim, böyle de aforizmalar sıçan bir adamdım o zamanlar.
herşey güzelce devam ederken -ki buraları aslında kısa geçiştiriyorum- benim kıskançlık krizlerim başlamış, kilometrelerin etkisiyle daha da şiddetlenmişti. öyle bir hâle geliyordu ki artık, bana "mükemmel" olduğumu söyleyen o kızın bildiğin hayatına engel olduğumu fark ediyordum. uzunca bir süre buna engel olmaya çalıştım, ama bu defa farklıydı ya işte gerçekten bu ilkel duyguyu bastıramıyordum, bildiğin kalp kırıyordum, hiç olmadığım bir adama evriliyordum. bu asla olmak istemeyeceğim türden bir insandı ve kendimi aldığı paranın altında ezilen futbolcu tarzı o psikolojiden hiç arındıramadım. ardından uykunun yine uğramadığı, scotch'ların ardı arkası kesilmediği bir gecede uzunca mesaj attım o uykuduyken. kafama sıçayım. lan oğlum, olmadı gündüz telefon edip söyler insan dediğinizi duyar gibiyim. açıkça söylüyorum, ben boktan bir korkağım ve o lanet tatlı ses tonunu duyacağım için bunu yapamadım. yapamadım birader işte.
sıfırı tüketeceğim zamanlara yakın günlere denk gelir bu zamanlar. o vakitten sonra hiçbirşey eskisi gibi olmadı. yine konuştuk, arkadaş kaldık ama bitti yani işte bitti. bozulmuş bir eski plaktan farkımız yoktu, atıldık çöpe. aslında hikayenin gerisini anlatsam mı bilemiyorum ama şöyle bir kısa özet geçmek gerekirse, bu arkadaş ve başka yakın bir arkadaş benim üni. kaydı mevzusu yüzünden olmadığım bir ortamda kanka-göt ayakları sergilenmiş ve şimdi sevgili olmuşlar bu elemanla. bunu çok önceden kestirdiğim için şaşırmadım ama kırıldım, yalan yok. nedeni de benim hayatımdaki en cesur insan olarak bildiğim bu kızcağızın bana bunu söylemeye götü yememiş olması, o arkadaş kalma zamanlarında. ki bu cesurluk mevzusunu da yüzlerce defa söyledim ona. zaten son veda konuşmasında, birbirimizin hayatından tamamıyla çıkacağımıza söz vermiştik, numaraları falan, face, twitter hesaplarını da silmiştik ve demiştik ki kendimizi birbirimize karşı sorumlu hissetmeyeceğiz asla diye. ha ben tam bir eski kafa olduğum için hissetmiyor değilim, ama o kadar yılın hatrına bunu başkaları yerine ondan duyabilmeyi de -bence- hak ediyordum. nefret ediyor muyum? asla fekat son anlattığım şeyden sonra, gözümün önünde yansa ve elimde bir bardak su olsa o suyu içerdim sanırım.
(bkz: hayallerde yaşıyor bazı ibneler)
uzunca bir hikayeyi olabildiğince minimuma indirdikten sonra -ki bitmek bilmeyen ailevi problemleri hiç katmadım- sevgili sözlük ahalisine, bak beyim sana iki çift lafım var edasıyla kapıdan son sürat içeri girerek:
"kimse mükemmel değildir arkadaş!"
diyor ve siktir olup gidiyorum (okunduysa tabi buraya kadar). -buradagülücükolabilir-
"sen mükemmelsin"
bir erkeğin, bir kızdan duyabileceği en şahane iltifat sanırım bu. hiç söylememiş olmasını yeğlerdim, gerçekten. haketme/haketmeme mevzusu değil bu; bu kısa cümle var ya kısa cümle, insanı öyle bir baskı altına sokuyor ki, deplasman derbisindeki savunma oyuncusu gibi hissediyorsun kendini yemin ediyorum. ve böyle bir baskı altında yaşarken, onunla farklı şehirlerde olmak? ilk uykuların aksadığı, akabinde haplara başlanan o zamanlar. 3-4 sene evveli işte. yürümeyeceğini açık açık söylememe, zamana ihtiyacımız olduğunu söylediğim halde bana neden öyle bir laf kurdu ki şimdi? ağladı, tek silahı kontraatak olan yılmaz vural gibi davrandı oltaya getirdi beni, şans verdim çünkü dünyanın en boktan iyimser insanıyım. bok vardı verdim, bok vardı ağladı.
hayatımın üç yılını paylaştık sürekli uzak şehirlerde. hiç tanımadık oysa birbirimizi, hiç şansımız olmadı. o tercih döneminde yazdığım şehirleri sormuştu, bense inatla söylememiştim. oysa söylemiş olsaydım ve şans da biraz yaver gitseydi şansımız olacaktı ilk defa. bunu biliyordum tabi, sandığı kadar bencil değildim. ama o boktan düşünce tarzım yüzünden olası güzel zamanların üzerine güzelce sifon çektim. çünkü ben çok bencil bir adamdım, öyle ki eski sevgilisinin peşinden istanbulları yazıp da açıkta kalan bir insan, yine aynı duyguyu yaşamasın da mantıklı ve istediği tercihleri yapabilsin diye bencillik etmiştim. tabi bunu o hiç bilmedi, anlamadı, bilse de bilmemezlikten, anlasa da anlamamazlıktan geldi orası ayrı.
yazlıktaydım, 40 yılda bir geliyordu o da. kayıtlar için gitmem gerekiyordu benim, çünkü yeni bir şehri bilen eski arkadaşla gitme fırsatım vardı ve o zorlu ilk günleri atlatmayı planlıyordum böylece. sonra ne mi oldu? ben gittim ve bu şapkadan tavşan çıkartan arkadaşımız akşamı yazlığa gelmiş, onu öğrendim. lan? ben dumura uğradım tabi. insan akşamından bari anagramlı falan bir şekilde pas atar bre allahsız! açık ve net göt gibi hissetim kendimi, öyle husursuz oldum. dönemedim de geri, kalacak yer parasıydı falandı filandı derken beş kuruşsuz kalmıştım. ben böyle bir psikoloji içindeyken o gününü gün etmekle meşgul oldu yazlıkta, utanmadan da yine beni suçlu ilan etti tabi.
ardından gel zaman git zaman üni. hayatına adapte oldum ve son cenabetliğin ardından "yok dostum olmayacak herhalde bu iş böyle" demeye başladım. ilk başlarda fırtınalı bir ergenlik arkadaşlığından yeni fırlamış bir embesil olan ben, kendisinin ani ve güçlü ilgisi-sevgisi karşısında afallamış olan ben zamanla aslında hiç tanımadığım bir insanı sevmeye başlamıştım da haberim yokmuş aslında. bunu her dangoz gibi onlarca kez usulca ayrıldıktan sonra farketmiş olmaksa ayrı bir klişe tabi. ben türk filmi tadında bir pişmanlığın içindeyken onun bir kaç gün arayla attığı mesajlarla bir şekilde barıştık yine. ama bu defa başkaydı, kendisi de şaşırırdı bu başkalığa. ona derdim ki, "bazen tek ihtiyacınız olan bir ışık yakmaktır.". evet bunu derdim, böyle de aforizmalar sıçan bir adamdım o zamanlar.
herşey güzelce devam ederken -ki buraları aslında kısa geçiştiriyorum- benim kıskançlık krizlerim başlamış, kilometrelerin etkisiyle daha da şiddetlenmişti. öyle bir hâle geliyordu ki artık, bana "mükemmel" olduğumu söyleyen o kızın bildiğin hayatına engel olduğumu fark ediyordum. uzunca bir süre buna engel olmaya çalıştım, ama bu defa farklıydı ya işte gerçekten bu ilkel duyguyu bastıramıyordum, bildiğin kalp kırıyordum, hiç olmadığım bir adama evriliyordum. bu asla olmak istemeyeceğim türden bir insandı ve kendimi aldığı paranın altında ezilen futbolcu tarzı o psikolojiden hiç arındıramadım. ardından uykunun yine uğramadığı, scotch'ların ardı arkası kesilmediği bir gecede uzunca mesaj attım o uykuduyken. kafama sıçayım. lan oğlum, olmadı gündüz telefon edip söyler insan dediğinizi duyar gibiyim. açıkça söylüyorum, ben boktan bir korkağım ve o lanet tatlı ses tonunu duyacağım için bunu yapamadım. yapamadım birader işte.
sıfırı tüketeceğim zamanlara yakın günlere denk gelir bu zamanlar. o vakitten sonra hiçbirşey eskisi gibi olmadı. yine konuştuk, arkadaş kaldık ama bitti yani işte bitti. bozulmuş bir eski plaktan farkımız yoktu, atıldık çöpe. aslında hikayenin gerisini anlatsam mı bilemiyorum ama şöyle bir kısa özet geçmek gerekirse, bu arkadaş ve başka yakın bir arkadaş benim üni. kaydı mevzusu yüzünden olmadığım bir ortamda kanka-göt ayakları sergilenmiş ve şimdi sevgili olmuşlar bu elemanla. bunu çok önceden kestirdiğim için şaşırmadım ama kırıldım, yalan yok. nedeni de benim hayatımdaki en cesur insan olarak bildiğim bu kızcağızın bana bunu söylemeye götü yememiş olması, o arkadaş kalma zamanlarında. ki bu cesurluk mevzusunu da yüzlerce defa söyledim ona. zaten son veda konuşmasında, birbirimizin hayatından tamamıyla çıkacağımıza söz vermiştik, numaraları falan, face, twitter hesaplarını da silmiştik ve demiştik ki kendimizi birbirimize karşı sorumlu hissetmeyeceğiz asla diye. ha ben tam bir eski kafa olduğum için hissetmiyor değilim, ama o kadar yılın hatrına bunu başkaları yerine ondan duyabilmeyi de -bence- hak ediyordum. nefret ediyor muyum? asla fekat son anlattığım şeyden sonra, gözümün önünde yansa ve elimde bir bardak su olsa o suyu içerdim sanırım.
(bkz: hayallerde yaşıyor bazı ibneler)
uzunca bir hikayeyi olabildiğince minimuma indirdikten sonra -ki bitmek bilmeyen ailevi problemleri hiç katmadım- sevgili sözlük ahalisine, bak beyim sana iki çift lafım var edasıyla kapıdan son sürat içeri girerek:
"kimse mükemmel değildir arkadaş!"
diyor ve siktir olup gidiyorum (okunduysa tabi buraya kadar). -buradagülücükolabilir-
alkol kullanmamamı sporcu kimliğime bağlıyorum ve geçiştiriyorum. fakat durum öyle değil, hayatımda hiç tadına bakmadım. sarhoş olmaktan ve olunca neler yapacağımı bilmediğimden çekiniyorum.
bazen insanlara o kadar iyi davranıyorum ki, bir kusurum olduğunda yüzüme söylerlerse kendilerini suçlu hissetmelerini sağlıyorum. iyi bir taktik ama samimiyetsiz bir ortam.
bir önceki versiyonumuzda "kartal sözlük anlık mesajlaşma sistemi" vardı. fakat bu zaten az olan entry sayımızı daha da azaltır düşüncesiyle bu özelliği hiç aktif etmedik.
bu da böyle bir itirafımdır.
bu da böyle bir itirafımdır.
aslında gayet iyi duymama rağmen bazen öğrencilerin kendi aralarında konuştuklarını duymamazlıktan geliyorum. lanet olasıcalar bari ben oradayken benim hakkımda konuşmayın dersten çıkıyım arkamdan konuşun, isterseniz küfredin.
kısaca siz siz olun sakın dersteyken herhngibir öğretmeniniz hakkında konuşmayın. öğretmen her şeyi duyar. [ybkz]swh[/ybkz]
kısaca siz siz olun sakın dersteyken herhngibir öğretmeniniz hakkında konuşmayın. öğretmen her şeyi duyar. [ybkz]swh[/ybkz]
televizyon izlerken utanılacak bir şey söz konusu ise oradaki özneden daha çok utanıyorum. oturduğum yere siniyorum. kanal değiştiriyorum hatta. size de oluyor mu nan? tek miyim ben?
bazı yazarların bazı girilerini okumadan şukuluyorum.
ayıp mı sözlük?
ayıp mı sözlük?
büyükbabama kanser teşhisi konulmuştu ve 1-2 seneyi periyodik kontrollerle geçirmişti. durumu ağırlaşınca yoğun bakıma aldılar bir gün. haberi alır almaz abimle birlikte apar topar ankara'ya gitmiştik. o gün annem ve teyzemin görmesine izin vermişler. ertesi gün, yine iki kişi girebilir sadece dediler: abim ve kuzenim o odaya girdi. bir sonraki gün ise beni alacaklardı yanına, ama alamadılar. o kadar dayanamadı ne yazık ki... işin daha acı tarafı ne, biliyor musun? acı tarafı, yoğun bakıma aldıkları haberini duyar duymaz, onu kaybedeceğimizi ve dünya gözüyle bir kez daha görüşemeyeceğimizi düşündüm. aslında düşünmekten öte, bunu biliyor gibiydim.
uzak mesafe ilişkisi yaşadığım bir sevgilim vardı. bu ilişki türünün beraberinde getirdiği zorluk ve saçmalıklardan bahsetmeyeceğim. bir şekilde devam ediyorduk, zorluk ve saçmalıkların nedenini bilme olgunluğuyla. sevginin önüne başka duyguların ve alışkanlıkların girmesini engellemeye çalışmak falan filan... her neyse, üniversiteyi bitirince askere gitmeye karar verdim; dönüşte, aileleri de ilişkinin içine dahil etmek niyetiyle. fakat, bunun gerçekleşmeyeceğine dair düşüncelerim vardı, aslında düşünceden öte... ben o buhranlı günleri atlatmaya, azaltmaya çalışırken bir şeyler de, günlere inat, eksilmeye başladı. hissettirmemeye çalıştı, hissettim. askerden dönüşümün ertesi gününde ayrıldı benden. gözlerinde, aradığım şeyi görebilmek için, ayağına kadar gittim. gördüm, gerçekten bitmişti.
dostum dediğim bir adam vardı. üniversite hayatımız boyunca yan yanaydık, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmedi asla. okul bitti, askerlik bitti, iş hayatı başladı, samimiyeti kaybetmedik yine de. bir gün, muhtemelen yine bir gecenin karanlığında, dostluğun fazla sürmeyeceği düştü aklıma; aslında düşmekten öte... ortada olumsuz bir durum da yoktu aslında o dönem, ama bu adamın gelecekte hayatımda yeri kalmayacağını biliyordum. nitekim, zamanla ve yavaş yavaş değişmeye başladı bu herif. bazen yalanlar söyledi, bazen bir şeyler gizledi. bir ara işler kötüye gitmeye başladı onun için, kötü gününde yanında istedi her zaman, destek oldum. zamanla toparladı hem iş hem de aşk meşk mevzularını, çözdü kendi içinde. sonrasında azalmaya başladı samimiyet, bilmediğimiz yönlerini göstermeye kararlıydı, uzaklaştı. derken, benim zor zamanlarım oldu; kendisinin bahaneleri. rakı masasında, anasına avradına sövmem gerekiyordu dünyanın; kaçıyordu. bir gün sattı en sonunda. seçim yapması gibi bir durum söz konusu değilken,
başka bir hayatı seçti. dostluk bitti, arkadaşlık bitti, zoraki merhabalaşma kaldı. ben gittim izmir'den, o gereksizlik de bitti.
bunlar iz bırakmış olanlar. gerçekleşen çok öngörü, "bok vardı" denilen durum var. belki başka bir itirafta...
geleceğim nokta şu ki: yaşlanacağımı hiç düşünmüyorum. aslında düşünmekten (ya da düşünmemekten, her neyse) öte... yaşlı hâlimin hiçbir görüntüsü yok zihnimde: büyükbabamı görebileceğim gün gibi, uzak mesafeyi nihayet yakın edebileceğim gün gibi, bir dostun çekip gitmemesi gibi. yok, tamamen karanlık. yaşlanamayacağımı, o kadar yaşamayacağımı biliyorum âdetâ. çıldırtıyor bu düşünce beni, cenazemde insanların hâli geliyor gözümün önüne bazen... bazen siktir çektiriyor her şeye; bazen ânı yaşatıyor, bazen "yarın çok geç olabilir" düşüncesiyle saçmalatıyor bu inanç beni. akla mantığa uyan hiçbir yanı yok, biliyorum.
belki, hakikaten, abdala değil de, aptala mâlûm oluyordur.
uzak mesafe ilişkisi yaşadığım bir sevgilim vardı. bu ilişki türünün beraberinde getirdiği zorluk ve saçmalıklardan bahsetmeyeceğim. bir şekilde devam ediyorduk, zorluk ve saçmalıkların nedenini bilme olgunluğuyla. sevginin önüne başka duyguların ve alışkanlıkların girmesini engellemeye çalışmak falan filan... her neyse, üniversiteyi bitirince askere gitmeye karar verdim; dönüşte, aileleri de ilişkinin içine dahil etmek niyetiyle. fakat, bunun gerçekleşmeyeceğine dair düşüncelerim vardı, aslında düşünceden öte... ben o buhranlı günleri atlatmaya, azaltmaya çalışırken bir şeyler de, günlere inat, eksilmeye başladı. hissettirmemeye çalıştı, hissettim. askerden dönüşümün ertesi gününde ayrıldı benden. gözlerinde, aradığım şeyi görebilmek için, ayağına kadar gittim. gördüm, gerçekten bitmişti.
dostum dediğim bir adam vardı. üniversite hayatımız boyunca yan yanaydık, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmedi asla. okul bitti, askerlik bitti, iş hayatı başladı, samimiyeti kaybetmedik yine de. bir gün, muhtemelen yine bir gecenin karanlığında, dostluğun fazla sürmeyeceği düştü aklıma; aslında düşmekten öte... ortada olumsuz bir durum da yoktu aslında o dönem, ama bu adamın gelecekte hayatımda yeri kalmayacağını biliyordum. nitekim, zamanla ve yavaş yavaş değişmeye başladı bu herif. bazen yalanlar söyledi, bazen bir şeyler gizledi. bir ara işler kötüye gitmeye başladı onun için, kötü gününde yanında istedi her zaman, destek oldum. zamanla toparladı hem iş hem de aşk meşk mevzularını, çözdü kendi içinde. sonrasında azalmaya başladı samimiyet, bilmediğimiz yönlerini göstermeye kararlıydı, uzaklaştı. derken, benim zor zamanlarım oldu; kendisinin bahaneleri. rakı masasında, anasına avradına sövmem gerekiyordu dünyanın; kaçıyordu. bir gün sattı en sonunda. seçim yapması gibi bir durum söz konusu değilken,
başka bir hayatı seçti. dostluk bitti, arkadaşlık bitti, zoraki merhabalaşma kaldı. ben gittim izmir'den, o gereksizlik de bitti.
bunlar iz bırakmış olanlar. gerçekleşen çok öngörü, "bok vardı" denilen durum var. belki başka bir itirafta...
geleceğim nokta şu ki: yaşlanacağımı hiç düşünmüyorum. aslında düşünmekten (ya da düşünmemekten, her neyse) öte... yaşlı hâlimin hiçbir görüntüsü yok zihnimde: büyükbabamı görebileceğim gün gibi, uzak mesafeyi nihayet yakın edebileceğim gün gibi, bir dostun çekip gitmemesi gibi. yok, tamamen karanlık. yaşlanamayacağımı, o kadar yaşamayacağımı biliyorum âdetâ. çıldırtıyor bu düşünce beni, cenazemde insanların hâli geliyor gözümün önüne bazen... bazen siktir çektiriyor her şeye; bazen ânı yaşatıyor, bazen "yarın çok geç olabilir" düşüncesiyle saçmalatıyor bu inanç beni. akla mantığa uyan hiçbir yanı yok, biliyorum.
belki, hakikaten, abdala değil de, aptala mâlûm oluyordur.
itiraf ediyorum avcarlıçürük nickine sahip kardeşimi sevmiyorum nerde bana ters gelen bir yorum olsa tahminde zorlanmıyorum avcarlıçürük kardeşim bol bol eksi vermişliğimde vardır selam olsun büyükse elinden küçükse gözlerinden öperim.
komşularımla olan ilişkim gayet güzeldi, hep gülümserdim, kapı önünde uzun muhabbetler ederdim. onlar da düzenli olarak aşurelerini getirirlerdi, sık sık bir sorunum olup olmadığını sorarlardı. iyi insanlardı, yaşanan son olaya kadar. yaz tatili için memlekete gittim, giderken de sevgiliye anahtar bırakıp faturaları arada bir kontrol etmesini, gelen olursa ödemesini rica ettim, o da bir kere eve gelip faturalara baktı; fatura yokmuş. sevgili giderken, alt komşu görmüş hoşbeş etmişler. şükür ki, 'eve erkek geliyor' gibi bir mahalle baskısını ne ev sahibi ne de komşular yapar. komşu, sevgiliye eve gelmesini zahmet etmemesini eğer fatura gelirse beni arayacaklarını söylemiş. bizimki de hay hay demiş, teşekkür etmiş. sonra ben tatil için gittiğim türkiye'nin bi ucundaki şehirden, bir ucuna saçma bir otobüs yolculuğu yaparken sevgiliye eve gidip evi havalandırmasını söyledim. sevgili de eve gidince elektriğin borcundan dolayı kapandığını gördü. ben o sırada hâlâ yoldayım tabi, delirmiş vaziyetteyim, beni neden kimse aramadı ve o elektrik nasıl kesildi diye. neyse ben evime gelmeden faturayı ödedi ve elektriği açtırdı sevgili. ancak içimde bitmek tükenmek bilmeyen bi' sinir kaldı. madem haber vermeyeceksin, neden haber veririm diyorsun da elektrik kesilince ben o gerginliği neden yaşıyorum . -bak aylar oldu hâlâ çok sinirliyim- bu mevzudan sonra ben komşu ile neredeyse selamı sabahı kestim, bayramda el öpmeye bile gitmedim, ki onlar için önemliydi biliyorum, ertesi gün kadın gelip kapıya bayramlaştı benimle, aklı sıra beni utandıracak pehpeh! hiç sormadım da neden faturayı haber vermediniz diye, durumu değiştirmeyecektim çünkü. ama o sinir, o diş bileme hep kaldı bende.
birkaç gün önce elektrik faturası kesilmiş, faturayı yazan arkadaş yukarıda bahsi geçen komşunun da faturasını bizim kapıya bırakmış. geçen dönem borcu da ödenmemiş, buradaki elektrik şirketi de hiç affetmeden hemen kesiyor elektriği. yani bu fatura ödenmezse, kesilecek. belki ihbar kağıdı gelir, belki gelmez bile. velhasılı, iki gündür elim faturaya gidiyor, götürüp vermek için ama sonra geri çekiyorum. resmen hayatımda ilk defa bir şeye bu kadar kinlenip bir insana bu şekil bir pislik yapma dürtüsüne sahibim. iki gündür durup durup bunu düşünüyorum, versem ne olur vermesem ne olur. vermesem içim mi rahatlar, ben çok kötü bir şey olmasa da bence hoş olmayan bir şey yapmış olurum. versem, ama verirken de 'siz benim faturamı vermediniz ama hadi yine iyisiniz ben vereyim bare faturanızı' mı desem de rahatlatsam içimi. tam bir saçmasapan kaos içindeyim, gidip elektrik panolarını falan patlatasım geliyor. alt tarafı bir fatura be kadın, ne kinciymişim arkadaş. potansiyelimden korkuyorum.
birkaç gün önce elektrik faturası kesilmiş, faturayı yazan arkadaş yukarıda bahsi geçen komşunun da faturasını bizim kapıya bırakmış. geçen dönem borcu da ödenmemiş, buradaki elektrik şirketi de hiç affetmeden hemen kesiyor elektriği. yani bu fatura ödenmezse, kesilecek. belki ihbar kağıdı gelir, belki gelmez bile. velhasılı, iki gündür elim faturaya gidiyor, götürüp vermek için ama sonra geri çekiyorum. resmen hayatımda ilk defa bir şeye bu kadar kinlenip bir insana bu şekil bir pislik yapma dürtüsüne sahibim. iki gündür durup durup bunu düşünüyorum, versem ne olur vermesem ne olur. vermesem içim mi rahatlar, ben çok kötü bir şey olmasa da bence hoş olmayan bir şey yapmış olurum. versem, ama verirken de 'siz benim faturamı vermediniz ama hadi yine iyisiniz ben vereyim bare faturanızı' mı desem de rahatlatsam içimi. tam bir saçmasapan kaos içindeyim, gidip elektrik panolarını falan patlatasım geliyor. alt tarafı bir fatura be kadın, ne kinciymişim arkadaş. potansiyelimden korkuyorum.
madem burası kartal sözlük, buyrun:
iki güzel insanı mutlu etmek için bir kere ali sami yen'de galatasaray, bir kere de saraçoğlu'nda fenerbahçe forması giyip maç izledim. beşiktaşlılığımdan bir şey kaybolmadığı gibi morale ihtiyacı olan iki insanın hayatına küçük bir renk katmanın hazzı bambaşkaydı. yine gereksin yine yaparım.
iki güzel insanı mutlu etmek için bir kere ali sami yen'de galatasaray, bir kere de saraçoğlu'nda fenerbahçe forması giyip maç izledim. beşiktaşlılığımdan bir şey kaybolmadığı gibi morale ihtiyacı olan iki insanın hayatına küçük bir renk katmanın hazzı bambaşkaydı. yine gereksin yine yaparım.
türkiye'nin çok bi, en bi ünlü kadın rock şarkıcısıyla müşterek arkadaşımızın partisinde sokak ortasında ve yoğun bir kalabalığın içinde öpüştüm. bu kadar. bir daha da bu tarz bir şey yazmam.
öğlen iki tabak makarna,ızgara tavuk artı bol salata yedim,doyduğumu üzerine bir dilim ekmek de yiyince anladım. itirafımdır.
şu an şirket bilgisayarımdan yasak olduğu halde sözlüğe giriyorum. yasak şeylere bayılıyorum. selamlar.
minibüste müsait bir yerde inecek var demeye utanıyorum, biri söylesin diye bekliyorum. [ybkz]swh[/ybkz]
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?