confessions

kanayan

2. nesil Yazar - uzman yazar - Yazar -

  1. toplam entry 272
  2. takipçi 0
  3. puan 9567

agnostik

kanayan
tanrı bilinemezciliğini savunan ve teistlerin inandığı tüm dinleri reddeden insan.

tam anlamıyla dinsiz ama tam anlamıyla tanrıtanımaz değil. bunu böyle açıklayınca; bir teistin ve bir ateistin gözünde, deist'e benzetilmesine hiç şaşırmamak lazım. keza her bir teist ve/veya her bir ateist; rengini çoktan belli etmiş ve rakibi gördüğü düşünce sahiplerine karşı hamlelerini çoktan hazırlamış birer zavallıdır. bir ateist; agnostik bir insanın zamanla deist olacağı varsayımına körü körüne inanır. agnostik bir insanın zamanla tanrı bilinemezciliğinden, bilinirciliğe evrileceğine ve deist bir insan halini alacağına inanır. buna sonra geleceğim. yalnız aynı örneği, teist için de vermem gerekiyor. bir teist de; agnostik bir insanın zamanla ateist olacağı varsayımına körü körüne inanır. agnostik bir insanın zamanla tanrı bilinemezciliğinden, tanrıtanımazcılığa evrileceğine ve ateist bir insan halini alacağına inanır. bu iki zıt kutubun, agnostik bir bireyin zamanla evrileceği düşünce akımı varsayımlarının sonucu; bir adet nur topu gibi deist veya bir adet nur topu gibi ateist olacağı tahminini ortaya koyuyor. peki teist, bir agnostik için direkt ateist olacak varsayımı güderken, neden ateist bir agnostik için direkt teist olacak varsayımını gütmüyor? neden teist değil de, deist olacak varsayımı aşırı derecede ağır basıyor?

çünkü bir teist (burada dogmatik düşünce/düşünme/düşünememe sisteminin büyük etkisi var), agnostik bireyin tanrı bilincini ''bilinemezcilik'' olarak açıklamasından aşırı rahatsız ve direkt düşmanı olarak ''kesin ateist olacak'' damgası vurabilirken; bir ateist kendi içinde de devamlı yaşadığı ''bilinemezcilik'' duygusunun verdiği ağırlıkla agnostik bireyin en kötü şartlarda deist olabileceğini öngörüyor. hakeza, agnostik olduğunu düşünen insanı kökten kaybetmeyelim diyerek de deist olmasını istiyor, olacaksa buna içten içe seviniyor diyebiliriz.

ama yok öyle bir şey işte. kutuplar çok kızacak da, o olay öyle değil işte. olmuyor öyle işte, zati hiç olacak bir şey de değil işte. agnostik bir bireyin, dinleri kökünden reddederken tanrı bilincini ''bilinemezcilik'' olarak açıklamasından daha naif, daha sağlam ve daha mantıklı ne olabilir ki? yani teist ve ateist gibi, kılıçları çekip ''- inanıyorum'', ''- inanmıyorum'' oyunu mu oynasın agnostik? düşmanı karşısına alıp bıkmadan usanmadan alt etmeye çalışan iki boktan kutup gibi, yer misin yemez misin mi desin? nedir yani aga, cidden nedir? yalnız bu bağlamda; döneklik, tembellik vs. gibi benzetmelerle (aslında, haydi gel bizimle ol demeye getiriyorlar) kendilerine benzetmeye çalıştıkları agnostiklerin, yine kendilerinden çok daha sağlam temellere dayanan bir düşünce sistemine sahip olduklarını adları gibi bilen kutup ateistler. bir ateist, bir agnostiğin düşüncelerinin hiçbirini yıkamayacağını çoğu zaman gördüğü gibi, aslında kendisinin düştüğü durumunda farkındadır. bir teist için bunu söylemek pek mantıklı değil, çünkü onlar için kurtarılamayacak düzeyde bir insan bu agnostik. ''adam dine inanmıyor yahu, daha ne olsun muhterem'' yaklaşımından öteye gidemeyecekleri için, onları bu konudan muaf tutuyorum. bir inanışı başlatan ile, başlayan bir inanışı sorgulayan adamın aynı ortak paydada tekrar bir araya gelmesi mümkün değil onlar için. neyse, boş veriyorum teistlerin ne düşündüğünü.

agnostik bir bireyi, deist bir birey gibi algılamak (işine öyle geliyor haspamın) isteyen kesim başından beri ateistlerdir. yalnız aynı ateistler şunu unutmasınlar; agnostik, savunduğu görüşü teist ile ve ateist gibi silahlarını kuşanarak tartışacak hiçbir düzlemin içine girmez. kabul etmez yani sidik yarıştırmayı, at koşturmayı, o akıl almaz egoistliği.

zaten agnostik bir birey kendi içindeki tanrı kavramını ''bilinemezcilik'' ile; düşüncelerini öldüresiye savunan ve birbirlerine ''- hayır ben haklıyım tanrı var amk!'', ''- hayır ben haklıyım tanrı yok amk!'' tadında atarlanan teist ve ateiste kıyasla, çok daha sağlam bir mantık süzgecinden geçirip ''bir şeyi de bilmeyin lan amına koduklarım'' naifliğiyle açıklayabilmiş insandır.

sözlük yazarlarının itirafları

kanayan
her doğum günümde mesaj atardı sadece. ''iyi ki doğdun, kendine iyi bak''. her doğum günümde beklediğim mesajları aldım. hiç kimselerin bilmediği bir doğum günüm var benim, onun bildiği. geçen ay atmıştı son doğum günü mesajını. okumuştum. mesaj yazmak istemeden silmiştim hemen. teşekkür etmeden silmiştim, diğer yıllardaki gibi. bir mesaj daha geldi bugün, ''geçenlerde doğum gününü kutlamıştım, alıp almadığını merak etmekteyim, cevap verirsen sevinirim'' diye yazmış. okudum, sildim. iki saat sonra bir mesaj daha, ''benimle konuşmak istemiyorsun anladım. bir daha rahatsız etmem özür dilerim'' yazıyordu.

''arayamadım işlerim vardı'' dedim, yıllar sonra ilk mesajımla. ''bende sanmıştım ki'' ile başlayan cümlelerini okudum ardısıra. ben okudum o yazdı, o yazdı ben okudum. ''arayabilir miyim seni'' dedi. ''istersen ara'' dedim, istemsiz bir sarkma dudaklarımda. aradı. sesini duydum sekiz yıl sonra. ağladı. ''çok özlemişim sesini'' dedi, ''inan her gece rüyama giriyorsun'' dedi. dinledim. telefonun başında ayakta buz kesilerek dinledim. bir film şeridi bu kadar mı hızlı geçecekti. geçti. ''anlat, sesini özledim'' dedi. anlattım. ''yetmedi mi'' dedim, ''anlat'' dedi. anlattım. gözyaşları ahizenin ucunda sel olup akıyorken, sırf o ağlamasın diye sustum. ''anlat'' dedi, ''sen bana bakma'' dedi, anlat. anlattım. ''sesini o kadar çok özlemişim ki'' dedi, sustum. ''seni ne çok özlemişim'' dedi, sustum. ''anlat'' dedi anlattım. dinledi ağladı, ağladı anlattım. ''sen hayatımda tanıdığım en iyi insansın'' dedi, sustum. ''sen şu dünyanın en güzel insanısın'' dedi, sustum. ''ben seni çok özlemişim be'' dedi. bir tebessüm oldu yanaklarım ki, yana yakıla. sevmeyene düşman başına.

bir hayat hayal edersin hani, kısa zamanlara ömürlük sevdalar bezeli. bir ömür hayal edersin ya, ömrümü adayacağın. benim en büyük hayalim bir kızımın olmasıydı. adı zeynep olacaktı, umuyordum ki onunla olacaktı. olmadı, olamadı. olduramadık biz.

anlattım ondan sonraki her şeyin aynı olduğunu, sustu. dinlettim, bıraktığı adamın değişmediğini, sustu. bana ''nasılsın iyi misin ailen nasıl?'' diye yazdığı yıllar önceki bir mesajın sonuna adını, eşinin adını ve zeynep'i yazmıştı. bir kızı olmuş ve adını zeynep koymuştu. ''allah babamdan aldığı ömrü, zeynep'e versin'' diyerek cevaplamıştım. ilk defa haberimin olduğu zeynep'in varlığına, kaybettiğim babamın yokluğuyla verdiğim bir cevap. telefonun sonuna doğru ''zeynep ne yapıyor'' dedim. ''uyuyor'' dedi. sustum, sustuk.

ömrümde en çok sevdiğim adamı ellerimle toprağa verişim, ömrümde en çok seveceğim isme kızım diyemeyişim. ikisi de benden uzak, ikisi de uyuyordu. ''hayat, senin ben ta amına koyayım'' dedim içimden. sustu, sustum, sustuk.

zeki önder özen

kanayan
türkiye gibi bir ülkede, türkiye gibi futbolun günlük yaşandığı bir ülkede, türkiye gibi renkli basının iktidar olduğu bir ülkede; beşiktaş gibi diğerlerine oranla asi bir kulüpte, beşiktaş gibi diğerlerine oranla ve her alanda taraftarının öne çıktığı bir kulüpte ve beşiktaş gibi diğerlerine oranla hemen hemen hiç medyasının olmadığı bir kulüpte, avrupa standartlarında görev yapmaya devam eden bir adam. başlı başına bir değer bu adam. irdelenmeli.

sözlük yazarlarının itirafları

kanayan
- gidecek yerim yok. sende kalabilir miyim?

lafı mı olur, getir eşyalarını hemen dedim. kışın ortasındaydık, havalar buz kesiyordu. bavulunu kaptı geldi bir gün sonra. odamdaki, kalorifer peteğinin yanındaki yatağı ona verdim. çocuklara sadece, benim odamda kalacak ve kirasını ben vereceğim dedim. tamam dediler.

odamda kalıyordu. benim kampüsüm farklı yerdeydi ama ev arkadaşlarımla aynı kampüsteydi. okula beraber gidiyorlardı, akşama yine beraber geliyorlardı. üç tane lümpen ev arkadaşım, ben ve o aynı eve geliyorduk akşamları. doğru dürüst konuştuklarını hiç görmedim, hepsi birbirine refakatçi yol arkadaşı gibiydi. tipik üniversite öğrencisi. günler, aylar birbirini kovaladı. aynı odada kalıyorduk. bir pazar sabahıydı, beni dürte dürte uyandırmaya çalışıyordu ve kalk gitmişler dedi. üçüncü polis baskını bir gece önce olmuştu ve çocuklar korkmuştu. yasadışı herhangi bir döküman bulamadıkları için 'bunlar illegal örgütlenmeler ama yasal işte amk. daha sağlamını bulacağız sen dert etme' diyerek bana tutanak imzalatmışlardı. boynuma yediğim yumruğa rağmen tebessüm edip imzalamıştım. sabahına ev arkadaşlarım tası tarağı toplayıp gitmişler. duvarındaki atatürk posterini, 'polis, aç kapıyı' sesini duyar duymaz odasının penceresinden aşağı atan beyinsiz ve diğer ikisi. gitmişlerdi.

ev bulmamız lazım, buranın kirasını ödeyemeyiz dedim. yaklaşık yirmi gün sonra daha merkezi bir yerde, iki katlı eski bir ev buldum. ev sahibiyle anlaştım, bir erkek bir kız iki öğrenci kalacağımıza ikna ettim. cep telefonu bende yoktu, onda da yoktu. gün içinde haberleşmemiz kısıtlıydı ve ancak akşama evde buluşabiliyorduk. yeni evimizi bulduğumu, hafta sonu taşınabileceğimizi söyledim. sevincinden boynuma sarıldı.

taşınacağımızdan bir gece önce, evi göstermeye götürdüm. anahtarını almıştım. çok beğendi, çok oda var burası çok büyük dedi. gülüştük. aniden, ben senden habersiz bir şey yaptım dedi. başımı salladım anlat der gibi. yeliz'de bizimle olmak istiyor, ben de kabul ettim dedi. sorun yok dedim, desene üç kişi olduk.

eve üç kişi taşındık. nilgün, yeliz ve ben. yeni evimizin yanında, denize akan derenin üstünde ufak bir köprü vardı. gece onun üstünden geçip eve geliyorduk. eve yerleştiğimizden bir gün sonra, nilgün ile yine bir akşam üstü tam o köprünün üstünde yürürken aniden durdum. köprünün ortasındaydık ve hava çok soğuktu. nilgün ben seni seviyorum dedim. yanılıyorsun, o alışkanlık sadece dedi yaklaşık beş dakika süren sessizliğinin ardından. koluma girdi, hadi şimdi evimize gidelim dedi gülümseyerek. susarak eve doğru yol aldık.

eve girdik ve dışarıda bıraktığımız hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. yeliz ile aynı büyük odada kalıyorlardı, bense karşılarındaki odada. o gece uzun uzun konuştular, seslerini duydum. iki şişe şarap bitirmiştim, kesmedi gittim bir şişe daha aldım geldim. onuda içtim uyudum.

günler, aylar geçti. ev arkadaşlığımız dört dörtlük yürüyordu. ben ona, o bana köprüdeki konuşmayı yaşamamışız gibi davranmayı öğrendik. bir gece onların odasında şarap içiyorduk. yeliz yoktu, nilgün ile başbaşaydık. şarap bitti ve ne olduysa oldu, birdenbire sevişmeye başladık. hayatımın hiçbir döneminde, öyle bir sevişme yaşadığımı hatırlamıyorum. seviştik ve sevişme bitince, kalktı yürüdü. sen burada uyu, ben senin odanda uyuyayım dedi ve odama gidip kapıyı kapattı. kafam bir dünyaydı ve o andan sonrasını hatırlamıyorum, sızdım büyük ihtimal.

ertesi gün kahvaltıda yüzlerimiz kıpkırmızıydı. birbirimize bakamıyorduk. keza ikimiz de utanmasını bilen insanlardık. ben ona olan sevgimi içimde yaşıyordum, o bana çok büyük saygı duyuyordu. ama sevişmiştik artık ve ok yaydan çıkmıştı. adını koyalım mı, ne diyorsun dedim. adı yok dedi. nasıl yani diyecek oldum, sus dedi. peki dedim, sustum.

günlerden bir gün, olağan hayatlarımıza devam ederken sınıf arkadaşlarının doğum günü partisine gideceklerini söyledi ikisi. barlar sokağında bir barda, arkadaşlarının doğum gününü kutlayacaklardı. hiçbirimiz barlara takılmıyorduk, hem ben siyaset yaparken barlara takılmak yakışık almazdı. genelde evde içiyorduk zati. mini eteğe yakın bir şeyler giymiş gelmiş bunlar odama, nasıl olmuş diye gösteriyorlar falan. böyle mi gideceksiniz oraya diye kızmıştım. o feodalliği üzerimizden, ta o zamanlar güya özgürlükçü kesilirken bile atamamışız demek ki. neyse gitti bunlar, ben sinirlendim bunları götürmeye bile gitmedim. gece eve geldiklerinde nilgün direkt odama girdi, ben kitap okuyorum. biraz alkolü fazla kaçırmışlardı ve bana 'eğer yanlış bir şey yaptığımı düşünüyorsan tokat atabilirsin' demişti. lafı biter bitmez ve elimin tersiyle, hayatımda ilk ve son defa bir insana tokat atmamı sağladı o cümle ve o gözler. sızısı halâ içimde yaradır. o günlerin peşinsıra bir, iki kere daha uzun metrajlı ve tamamı ile alkolün etkisiyle sevişmeler yaşadık. bedenlerimizi kullanmaya ve birbirimize hiçbir şey olmamış gibi davranmaya hepten alışmıştık. bunu kağıt üstünde bir erkek ister gibi gözükse de, bizim ilişkimizde böyle davranmaya zorlanmış olan ve durumu hazmedemeyen maalesef bendim. nilgün halinden memnundu.

yazları korsan kitap satıyordum ve memlekete hiç dönmüyordum. nilgün'de eve dönmek istemediği için bir şeyler yapmak istiyordu. sırf burada kalmak istediği için gümüş takılar getirttim, bizim standımızın yanına ona da bir stand açtık. yazları her taraf öğrenci kaynıyordu o zamanlar vali konağının önündeki büyük park. kitapçılar, gümüşçüler v.s.

her gece eve beraber dönüyor ve sabaha kadar içip, sızıyorduk. akşam üstü kalkıp tekrar standların başına geçiyorduk. bütün bir yaz böyle geçti, ara sıra garnitür niyetine sevişmeler de cabası. adını koymadığı için, adını koymak istemediği için mutluydu. köprüde söylediğini bana kanıtlamak istermiş gibi, 'bak gördün mü yanılmışsın. beni elde edince nasıl da sesin soluğun kesildi' demek istermiş gibi bi garip hallere bürünüyordu. yeter be diyemiyordum, böyle sürecekse istemiyorum diyemiyordum, ondan gitmek istiyordum ama diyemiyordum.

ve bir gün aşık oldu nilgün. seviyorum dedi. birlikteyiz dedi. başka fakülteden bir arkadaşla beraber olduğunu söyledi. fazlasıyla karmaşık duygulardı o an yaşadığım şeyler, hatırlıyorum. ne diyeceğime, ne yapacağıma karar veremediğim şeyler düşündüm ve sustum her zaman ki gibi. sanırım kendimi kısa sürede toparlamış olmalıyım ki, onun gerçekten sevdiğini düşündüğüm biriyle birlikte olmasına sevinmeye başladım. onun mutluluğunu istemek, bu mesnetsiz ve adsız ilişkiyi sürdürmekten daha mantıklı gelmeye başladı. halâ aynı evde ve üç kişi kalıyorduk. hatta birlikte olduğu arkadaş evimize de geldi, tanıştık falan. yaşamak lazım bu tür şeyleri diyeceğim türden bir ilişki yumağı değildi tabii ki ama bir yandan da sahnenin ortasında kimin başrol oynadığı belli olmayan bir skeç canlandırıyor gibiydik. günler, aylar geçti. o arkadaştan ayrıldı nilgün. döndü tekrar kararsız yanlızlığına. istepne niyetine biri vardı nasıl olsa elinin altında. dönünce kucaklayacağı biri. cezmi ersöz'ün de dediği gibi, yedek sevgili.

tam üç yıl aynı evde kaldık üç kişi. bu süre zarfında ben hep onu, o hep başkalarını sevdi. dört kişiyle daha birlikte oldu ama hepsinin sonunda bana döndü. hiçbiriyle hiçbir şey yaşayamadı ama bana döndü. içimdeki sevgi, aşk adına ne dersen de zamanla çıkar ilişkisine dönüştü. ama ben dönüştürmedim kendimi, o öyle istedi oyunun kuralı bu dedi ve hükümranlığını çok önceden ilan etti. yazılı kanunlar onundu, bana sadece yasalara uymak kalmıştı.

okulun bitmesine yakın, daha doğrusu benim memlekete dönmeme yakın evlerimizi ayırdık nilgün ile. nilgün ve yeliz'in birer seneleri daha vardı, sınıflarından iki kız arkadaşlarıyla başka bir eve çıkmaya karar verdiler. aramızdaki rutin ilişki aynı tempoda ve sıklıkla gitmeyecekti artık. ortak kullanım alanımız ve birbirimizi kullanmak adına seçtiğimiz tek yer, evimiz ayrılıyordu. benim altı ayım kalmıştı ve bir arkadaşımın evine çıkmıştım. zaman geçiyordu. son senenin bahar şenlikleri onların kampüsünde oluyordu ve ben nilgün ile yaklaşık 3 aydır hiç görüşmüyordum.

yeni bir ilişkiye başladığını söyledi arkadaşlar, 'artık unut amk okul bitti sendeki bu saplantı bitmedi' diye taşak geçiyorlardı hatta. alttan girip, üstten çıkıyordum 'ne alaka amk ne işim olur lan benim onunla' gibisinden atarlanıyordum. bilen biliyordu da, ben bilmediklerine inanmıştım 4 yıl boyunca. bahar şenlikleri için gittiğimiz kampüste gördüm onu en son. bir de giderken sordum, halâ beraber mi o dallamayla diye. valizimi sırtıma alıp memlekete döndüm sonra.

ve üzerinden tam 12 yıl geçti bu yaşananların. buldu beni nilgün, yaklaşık bir hafta önce. ben onun fotoğraflarını gördüm, o da benimkileri. yaşlanmışız oldu ilk cümlelerimiz birbirimize, tam 12 yıl sonra. diyarbakır'a çıkmış benden bir sene sonra tayini. o dallamayla birlikte gitmişler. 6 yıl birlikte yaşamışlar. sonra bir gün, diyarbakır'daki en yakın arkadaşlarına aşık olmuş o dallama. nilgün 20 kilo vermiş bir ayda. zaten gördüğümde inanamadım. istanbula istemiş tayinini 6 yıl önce. avcılar'da öğretmenlik yapıyor şimdi. o dallama için, 'hepsinden farklıydı be olum. tamam ben çok bencildim ama onun bana bunu yapmasını hiç hazmedemedim, çünkü ben onu gerçekten sevmiştim be olum' diye ağladı omuzumda.

belki de yanılmışsındır nilgün, belki de sadece alışkanlığındı dedim. ağlamayı bıraktı ve sustu. yıllar sonra da olsa, yedek sevgili olmanın o muazzam acısını gözlerinde gördüm. gözlerindeki o acıyı gördüğümü gördü, yanağımdan öptü ve gitti.

manuel fernandes

kanayan
geçen seneden beri söylüyorum, bu senede yinelemekte fayda var;

oynaması gereken mevki, şu an veli kavlak'ın oynadığı mevkidir. atiba'nın yanında oynaması ve önlerinde oğuzhan'ın oynaması kabak gibi ortadadır. beşiktaş'ın orta sahadaki oyun kurucusu oğuzhan özyakup'tur arkadaşım. bunun lamı cimi yok.

tanım: iyi futbolcu.

slaven bilic

kanayan
şimdiye kadar hangi teknik direktör, hem yabancısı olduğu bir ülkede hem de daha sistemini yeni yeni oturtmaya başladığı takımı için, ''bizde sınıflar yok. zenginler, fakirler yok. bizi gücü halka vermeye çalışıyoruz'' türünden kendi dünya görüşünü ilan etti bilmiyorum. yine şimdiye kadar hangi teknik direktör, müslüman bir ülkede olduğunu ve ülkenin ağır muhafazakârlar tarafından yönetildiğini bildiği halde, kimliğini sosyalist olarak açıkladı onu da bilmiyorum. bildiğim tek şey, eşyanın tabiatı gereği bu adamın beşiktaş'a fazlasıyla yakışmasıdır.

türkiye'de bir futbol takımı çalıştırmak zorunda bırakılsaydı ve kendisine sadece seçme hakkı verilseydi, eminiz ki bu takım yine beşiktaş olacaktı. kendi kaderini kendisi belirleyen her sosyalist gibi, o da özgürce yaşayabileceği ve düşüncelerini sahaya yansıtabileceği bir takım çalıştırmak istiyordu. aradı, taradı ve mutlu olacağı yere geldi.

geldiği yer, geldiği takım, geldiği camia beşiktaş. yıllar yılı şerefli ikinciliklerle nesiller tüketmiş, şerefinizle oynayın hakkınızla kazanın sözünü babadan oğula nasihat bellemiş, renkli basının o çiğ o kokuşmuş saltanatına inat çıkıp topunu oynamaya çalışmış bir takım beşiktaş. çok uğraşılsa da endüstriyel futbol kahpesinin henüz ele geçiremediği, her daim bildiğini okuyan ve yüreğinin sesini dinleyen taraftarlara sahip bir takım beşiktaş. arabacıların, tinercilerin ve moda tabiriyle çapulcuların takımı beşiktaş. yani ne diktatörlerin takımı fenerbahçe'ye, ne aristokratların takımı galatasaray'a benzer beşiktaş. günü gelir, içerideki düşmanlarını da defetmesini iyi bilir. madem seninle bembeyaz bir sayfa açtık şimdi biz, madem uzunca bir zaman o sayfaları beraber dolduracağız, yüzümüzü yere eğdirme yeter. senden tek dileğimiz budur adamım.

unutma ki sen kulağında küpe, elinde gitar ve dilinde sosyalizm ile türküler söyleyen bir özgürlük düşkünüysen; bizde anarşist ruhuyla göklerde yalnız yaşamaya alışmış kartal gibiyiz. bu toprakların en asi ruhu, en isyankar taraftarı olmamızın da bir tarihi vardır yani. bakma sen çok sevenimiz çok hayranımız da vardır bizim, gizliden gizliden hani. demem o ki el ele, kol kola, bağıra çığıra türküler söyleyeceksek, başımız dik söyleyelim o bize yeter. zati konu beşiktaş ise, şampiyonluğun amına koyayım. bize beşiktaş'ın varlığı yeter.

kartal sözlük

kanayan
diğer sözlüklerdeki (özellikle ekşi sözlük) beşiktaşlı kardeşlerimizin de burada yazar olmasını sağlaması gereken sözlük. biraz reklam, biraz canlılık lan. basit işler bunlar.
12 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol