optik başkan

3 /
hepimizzenciyiz
hayatı film bir abimiz, güzel bir insan. saygınlığı olan biriydi ve tüm semtte varlığı hissedilen gerçek bir aşıktı, beşiktaş aşığı. Bir gün arabayla giderken, sezen aksu çalıyor, şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler, bir offf offf çekti ki optik başkan, hakkında yazılanları okurken hep aklıma o an gelir, hüzünlenirim, kabullenmek istemem, bazı mezartaşları bir fatihadan fazlasıdır benim için. gittiğin yerlerden yer tut optik başkan.
deniztarafindakikale
yıllar evvel derneğimiz faalken ( forza Beşiktaş ) bursa deplasmanına giderken arka koltukta şu efsane dialoğu yaşamıştık.

optik başkan : dayı ( imparator selçuk ) ben neden başkan olmuyorum yaa ?

dayı : sen zaten gönüllerin başkanısın optik !

sonra maça girdik ve bize ayrılan kale arkasının yoğun olan köşesinden durgun olan köşesine geçtik dördümüz. ben marko şener ilker ve optik başkan. yoğun uğraşlarımıza rağmen durgun olan köşe kendinden vazgeçmemiş ve bize ayak uydurmamıştı.

optik başkan : bütün yol boyu biz içtik bunlar kafayı bulmuş, sabaha kadar bağırsak duymaz bunlar hadi gidelim :)

sonra deplasman tayfasının olduğu yerimize geri döndük.

100. yılın başında abbasağa'da inci baba'nın doğum gününü kutlarken birkaç gün evvel 4'lü savunma oynayıp 5 yediğimiz aek hazırlık maçının kritiğini yapıyorduk. içimizden biri

-abi bu aek kim yeeaa ?

optik başkan

-ya işte yunanistan'ın Beşiktaş'ı gibi bir takım. önce panathinaikos olimpiakos sonra aek :))
artin
gözlerimi kapattım, gözlerini gördüm.
çıkıp gelse…
ve sorsa;
- “………..“
bildiğin gibi aslında. sen gittikten sonra da pek bir şey değişmedi. aslında sana haksızlık ettik, seni bekledik. sen gelince; yine, eskisi gibi..
- “………..“
yok, öyle deme, kesme sözümü, dinle bi; haksızlık ettik, nerde ne kadar marazımız varsa biriktirdik, olsun dedik, gün saymaya başladık. geliyor nasıl olsa demenin bir rehaveti oldu. geliyorsun diye sevinip görmedik, göremedik, görmek istemedik belki de. öyle öyle derken biriktirdik iste.
sen gelince, senin o tribündeki varlığın, duruşun, o sadece beşiktaş halin ders olur nasıl olsa diye…
öğretmen diye yer etmiştin belleklerde; kavgayı anlatacaksın diye bekledik…
sensiz her şeye yetmek zor; hep eksik kaldık, en büyük boşluğu sana ayırdık, ayıbı görmedik. sanki sen gelince, sevdan ve kavgan ile dolabileceğini düşündüğümüz bir boşluk, kendimizin yarattığını fark edemediğimiz bir boşluk iste…
- “………..“
geçiştirmek için soruyorsun değil mi? söyleyeyim yine de; söylediğimiz yok artik hindi babayı. sensiz keyfi de yok be optik. bazen senin için diye söylemek istesek de sen yoksun diye, haksizlik gibi, o seninle güzeldi diye sesimiz kısık bizim.
ben tribündeki saygıdan, sevgiden, kavga gürültü olmadan yaşanan bir beşiktaş kardeşliğinden bahsediyordum, dolduramadık.
sen özledin mi hindi babayı? özlemişsindir tabi, laf mı benimkisi.
- “………..“
iyi işte nasıl olsun. dün gece konuştuk biraz. alaattin bi ara senden söz etti; paket mi ne yaptırmıştı sana; kütahya’dan bolu’ya göndermişti hani; çamaşır, kitap, dergi falan…
şimdi sana ne gönderelim biz?
canları salıyoruz tek tek, ardına düşmüşler gibi en olmaz zamanlarda. tıpkı senin gibi en olmaz zamanlarda yanına geliyorlar.
neyse, ne diyordum? haa, onu diyordum, işte beşiktaş bir hayat bahşetmişti hepimize, biz o hayata sahip çıkamıyoruz yeterince. çıyanlar, sırtlanlar, soyanlar, yiyenler… adamlık hak getire.
- “………..“
teselli etmek için soyluyorsun bunları. suç bizde. benim kabul ettiğimi sen kıyamadığın için üstüne alıyorsun. sen hep “biz” dedin, şimdi de “biz” diyorsun.
metin, sarı fırtına’mız, hani bir idmanda arabasının lastiklerini indirmiştiniz, o da gelmişti rıza kaptan ile beraber seni son kez görmeye. ‘bizim optik’ diyor mesela senden söz ederken. “biz” bu kadar geniş bir aileyiz seninle, bu kadar içten.
- “………..“
olur, başım üstüne, tabi söylerim. bak, mesela hentbolda iyiyiz, voleybolda ikinci lige düştük biliyorsun ama çıkarız yine, gel gör ki semtin içindeyiz halbuki ve bazen rakip bizden fazla! şaka değil gerçekten öyle!
biz beşiktaş her şey diyoruz, öyle biliyoruz ama gel gör ki amatörlere olması gereken ilgi değil, olmaması gereken ilgilisizlik hakim. bir avuç taraftarın vefası ile sahaya çıkıyor çocuklar. karpitle sarartılmış yapay bir aşk değil bu, en harbisinden beşiktaş’ı yasamaktır halbuki.
‘gel gör ki’ mi dedim ben sana? gelir misin bir daha? keşke gelsen be optik, keşke gelsen. beraber inerdik semte, giderdik hep birlikte, bütün beşiktaşlılar… dolmabahçe’den salınırdık… keşke gelsen… ya da hiç gitmeseydin… keşke… bu daha güzel. iste keşkelerimizi biriktirdik biz.
- “………..“
tanırım tabi ki nurettin’i, okuldan arkadaşımdı benim.
doğu beyazıt’ın oralarda… neyse ruhu şad olsun.
sevinmiştir şimdi seni tanıdığına. fakülte kantininde bizi görünce, elini havaya kaldırıp, böyle bağırırdı bak:
-looooooooooo, beşiktaş looooooo!…
- “………..“
medya bir âlem. haberler siyah-beyaz değil, genellikle çarpıtma, kolpa haberler işte. gün aşırı yükleniyorlar, kimin sesinin çıkmasını isterlerse mikrofonlar ve kameralar hoooop o yöne. yapışıyor eline gazete sayfaları; cıvık cıvık, boyası akıyor, kiri kalıyor. keza ekran da öyle. daha kötü hatta. gözünün önünde her şey, daha fazla izlenme için arsızlığın haddi hesabı yok.
bu coğrafyada fareler, böcekler işkencecilerin silahları olarak salınmışken insanlarımızın üzerine simdi o farelerle, böceklerle hasbi hal ettirilen insanların korkularına yarışmalar düzenleniyor. o cam kutuya hapsedilmiş hayatları olan insanlara en ahlaksız teklifleri seçenek diye sunarlarken, maestrolar para ödüllerine alkış istiyorlardı. adalet yoksunluğu hemen kendini belli ediyor. zalim sofralarına kurbanlar kesiliyor oralarda.
-siyah-beyaz-ölüm-yasam- için savcıları göreve çağıranlar da var! alfabenin yirmi dört harfinden tek bir kelime yaratamayanlar, cümle kuramayanlar, üfürerek gider yapmayı adamlık sanıyor. beşiktaş seyircisiz oynasın diyeni de var. dedim ulan beşiktaş taraftarı ile oynuyor zaten seyirci ile değil. birde geçenlerde şey oldu, cem yazdı kendi köşesinde; tehdit etmişler.
- “………..“
kim olduğunu yazmadı, karanlıktan aramış karanlıklar prensi. düşün ki, beşiktaş üzerine fikir yürüten birinin hayatı tehdit altına giriyor fikirleri yüzünden. fikirleri beğenilmeyen insanlarımızı itip kakıyorlar, dün olduğu gibi. bunu beşiktaş adına yapıyorlar. beşiktaş adı ile boğazlarından geçen lokmalara rağmen, haram ile helali ayırt etmeden, beşiktaş adına katlediyorlar birçok şeyi. küçük prens’i okumadan büyük imparator ilan edilenler… insanların fikirleri ile suçlandığı çağ ne bitmez bir çağmış öğretmen mehmet.
- “………..“
bunu da gördün, duydun öyle mi? ara sıra yapanlar var evet. aslında ıslıklananın sadece hata yapan, yetersiz kalan bir sporcu olmadığını, beşiktaş olduğunu, beşiktaş’ın da ilk on birden ibaret olmadığını bilmeleri gereken bu insanlarımıza bırak yıllarca şampiyonluk görememeyi, o dönemki yetersizlikleri ile ligin dibinde iken dahi aşkın her daim aşk olduğunu yaşatan tribünü anlatmak lazım.
- “………..“
sorma, deplasmanlara kapıları kapattılar kimi yerlerde. her türlü eziyeti çıkarıyorlar arkadaşlara. resmen yasaklı yaptılar bizi. oysa beşiktaş, taraftarı ile birlikte ayaklarına geliyorsa, insanlar bunu nimet bilsinler.
tribün cezalı… çarşı’yı bir suç örgütü imiş gibi gösterme gayretkeşliğine düşenler toplandılar bir masanın başına, kestiler cezayı. öyle bir hukuki gerekçe falan değil, tamamen bitirmek, sesi susturmak istedikleri için yaptılar… işin garibi ne biliyor musun? o tribün emekçilerinin içinde olduğu ayni taraftara ödül de verildi. mevlana hoşgörü ve örnek taraftar ödülü! ödülü bir yöneticimiz aldı, kim olduğunu anımsamıyorum simdi. bizden birine ulaşsa o ödül, o cezaları kesen il güvenlik kuruluna gönderirdik.
sanki o tribüne gelen insanlar her gün trafik kazasından ölen insanların yürüdüğü yollardan geçmiyorlar. sanki tribüne gelen insanlar, evden çıkarken postacının bıraktığı elektrik faturasına lanet okuyarak işe gitmiyorlar. sanki o insanlar, gazete bayisinde gözüne ilişen manşete, ağız dolusu okkalı bir küfürü dudaklarının arasından salmıyorlar. sanki o insanlar açlığı, işsizliği, eğitim kurumlarındaki örümcek ağlarını bilmeden, görmeden, aşağılanmadan, horlanmadan o tribünlere geliyorlar değil mi? -ferman onlarınsa, tribün bizimdir. tarihi çarşı’ya kırılan kalemler değil, beşiktaşlılar yazar!-
sen şimdi deplasman dedin ya, çorba çekti canim, söz parasını alırsın sonra!
- “………..“
seni böyle ağız dolusu gülerken görmek…
ama… çocuklar söylüyor, her molada içilen çorbada nasıl akıllarına düştüğünü. boğazımıza bir şeyler düğümleniyor, ağzımız cam kırıklıkları ile doluyor sanki o an diyorlar. sokaktaki kimsesiz kedileri, kocaman bir kaşarla besleyen adamdan söz ediyorlar. bunu yapan beşiktaşlı kardeşlerini mi aç bırakacaktı? bizlere veda etmenden beş gün öncesine kadar da elinde iki yetim kedi ile çıkmadın mi avluya? kıyamazdın sen. açız ama şimdi optik, birçok şey için aciz. eskinin sadakatine aciz, samimiyetine aciz. ve az olan taraftayız.
özlüyoruz seni be başkan.. yoklamada hep ‘burada’, ‘mevcut’ diye bağırıyoruz. biz seni asla ‘yok’ yazdırmayacağız, bunu böylece bil; ama keşke bizde bilebilsek bu özlemek hali içimizde hangi köşede saklı. bilsek, bulsak, törpüleyebilsek biraz.
onurlu ve erdemli olmayı öğrettiğin öğrencilerinin aklında silgi ve tebeşir kokusundan başka, helal ettiğin bir not fazlasından gayri şeyler kaldı. üzerinde çubuklu forman ile kollarını iki yana açıp, herkesi hasretle kucaklar gibi resmedilmiş bir halin var ya senin, iste ondan daha başka şeyler kaldı her birimizin içinde.
- “………..“
evet, doluyum, bayağı doluyum hem de.
memedim, biz seninle, yaralarımızın kabuklarını öpecek birinden yoksun kalmış olduk aslında; kabuklarını öpse de hemen geçse dediğimiz yaralarımızın. bizi çok ama çok derinden yaralayan şeyler var. ekseriyetimizin bir ömre yetecek kadar da acısı var. birbirine kardeş olmuş yaralarımız… hiç kanatmayalım kalbimizi desek de, gün oluyor kendi ellerimizle kaşıyoruz yaralarımızı bilip bilmeden, kanatıyoruz yok yere… Sevinçlere de nail olduk en güzelinden, en onurlusu, en şereflisinden, hakkaniyetle hem de. lakin yaralarımızla didişip duruyoruz, kendi kabuğunu dökmesini beklemeden, didişiyoruz ha bire ve yeniden kanatıyoruz iyileşmesine fırsat vermeden.
yeni acıtan şeyler var. oynanan sahalar aynı olsa da, sahadakilerin sayısı ayni kalsa da, değişen şeyler de var. hızla değişen, değiştirilen şeyler. onların stadı, onlar şu kadar şampiyon oldu, onların malı, mülkü, parası forması… böyle şeyler de var; sürekli bir kendini inkar, geçmişi inkar, geleneği inkar hali. kendini tanımadığından olsa gerek, yeterince tanımadığından, göremediğinden ihtimal. kendini sadece ve sadece aidiyet duyduğu beşiktaş ile ifade edebilmek yerine hiçbir aidiyetinin olmadığı bir başkası üzerinden kendini ifade etme hali. farklılığın başkalarında olanlar ile değil, olmayan iledir. bir şey desen eskici oluyorsun. ama bu bir iç fenalığıdır ve benim içim fena oluyor.
hep öyle olur ya zaten; sonra bir bakmışsın başka hayatlarda gezinirken, kendi hayatin uçup gitmiş elinden.
oysa sen, “beşiktaş’tan başka özel hayatım yoktur“ deyip, hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek bir yere koymuştun beşiktaş’ı. üzerine kılıçla gelenlere karsı, boynundaki zincirle kapıştın; ama kazan’ın dibinde tartaklanan fenerbahçeliyi cebinde yeterince parası olmadığı için taksi tutup, oradan uzaklaştırdın… bak, bunlarda mukayeselik.
emek ile dalga geçenlere –hepimiz emekçiyiz- diye yanıt vermek mukayeselik. –sekiz-sıfır yenilmek, şerefsiz olmaktan yeğdir- diyebilmek mukayeselik. beşiktaş’ın, beşiktaşlı olmanın hakim olduğu ruhun sana verdiği gurur, kendini yansıtır her zaman. şimdi niye bu kadar alakasız oldu bu insanlar? şimdi kazan’ın dibinde…neyse ya boşver…
- “………..“
yok be başkan, küsmek değil bizimkisi, yanlış anlama. sinirimiz alınmış bizim, kızsak da küsemeyiz, küsmeyiz biz beşiktaş denilince. gidecek başka bir yerimiz yok bizim, bırakmayız.
belki değil, inanıyorum kesinlikle iyileşeceğiz biz! en derin yaralarımıza birbirimize sarılarak derman olacağız yeter ki beşiktaş kardeşliğini, tribünde yan yana, omuz omuza durduğumuz insanlarla olan beşiktaş kardeşliğimizi yitirmeyelim. bu büyük ama çok büyük “biz”i yitirmeyelim; hep “biz” deme erdeminde olalım. umut demişti epey bir vakit önce, dedi ki; -’her an hazırlıklı olmalıyız, optik başkan her pazartesi gecesi rüyalarımıza hesap sormaya gelebilir diye gönlümüz ve vicdanimiz rahat olmalı.’
- “………..“
yok kalsın atkı boynunda, üşümedim ben, sadece bir ürperti geldi birden.
anımsıyor musun ilk maçını? çocuktun daha, ağlıyordun yeniliyor beşiktaş diye. hani yanında cep konyağı içen yaslı bir adam vardı. sen ağlıyordun beşiktaş yenildi diye, yaşlı adam seni teselli ediyordu hani, anımsıyor musun?
ben tanık oldum. ben her şeyin bir insanin gözüne canhıraş hücum ettiğini de gördüm. tıpkı senin gözlerine hücum ettiği gibi. her şeyin bir zerre gözyaşına sığdığını gördüm, bir zerre su damlasına…bir dudak kıpırdamasına sığdığını gördüm koca sevdanın. bir gıdım sese…beşiktaş için…beşiktaş için…
- “………..“
evet, şimdi bize hakikat gerekli. bize hakiki yaşanmışlıklar gerekli. hakiki samimiyet gerekli. daha çok sokak gerekli. hakiki ve samimi cümlelerle konuşulanlardan, yazılanlardan daha çok gerekli. hayat dediğin müsveddelik değil ki temize çekesin. emirhan abi,´yaşam şuncacık bir şey işte´der. beşiktaş bize sunulmuş bir yasam gibidir! beşiktaş, bizim her şeyimiz; hayatimizin en anlamlı, en güzel parçalarından biri. biz, her şeyimize bir halel gelmesin diye bazen hayat ile olum arasında kalabiliyoruz. kalanlar, bizden sonrakiler daha çok yaşayabilsin bu güzelim beşiktaş’ı diye…
hakikat gelenekte, geçmiş hakikatin ta kendisi. bu yüzden biz geçmişe, geleneğimize çapa attık. mevsimin ismi çağ, ayın adı modern, yıllardan endüstriyel! biz bu havalarda daha fazla savrulmayalım diye, geleneğimizden daha fazla uzaklaşmayalım diye geçmişe çapa attık. unutmamak, unutturmamak için. Beni en çok korkutan bu iste; aynaya bakınca kendimi görememek, kendi yüzümü görememek, tanıyamamak kendimi. beni en çok bu korkutuyor.
- “………..“
böyle birden gitmek zorunda mısın?
peki, öyle olsun…gelirsin ama tekrar değil mi?
beşiktaş senin cennetin çünkü.
unutma, sadece bir nefes kadar uzaksın bize.
gitti…..
dc
bargolu
bir gün çıkıp gelse çok özledik be abi diyeceğim insandır. her ne kadar tanışmak kısmet olmasa bile tüm Beşiktaşlılara ne büyük bir adam, ne büyük bir Beşiktaşlı olduğunu hissettirebilendir..
-------------------------------------------------alıntı-------------------------------------------------
Sıcak bir temmuz gününde, bırakıp gittin bizi öğretmen Mehmet.
Buz kesti ortalık, üşüdük, kahrolduk..
Oysa öğretecek daha ne çok şeyin vardı bize.
Yeniden sesin yankılanacaktı kapalının duvarlarında.
Unutmayacağız seni öğretmen Mehmet,
bizlere öğrettiğin kavga büyüyor omuzlarımızda...
-------------------------------------------------alıntı-------------------------------------------------
federo
deplasman yollarında simit dağıtışını unutamadığım bir tribün emektarı renklerin saf aşığı bir adamın dibi.
ihtiyar kartal
biri çıkıp gelse
her şey yalan dese
bu kapalı sensiz
mezar olur bize
gittiğin yerlerden
yer tut optik başkan
unutmayacağız seni
en son holigan
dingoc
Gezi direnişine ve tarihe adını altın harflerle yazdıran Çarşı’nın katılımıyla tüm takımların taraftarları 8 Haziran günü Taksim’de toplandı ve meydan, en kitlesel gösterilerinden birine şahit oldu. Deniz Gezmiş’in, İbrahim Kaypakkaya’nın dev portrelerinin yanına, AKM’nin tam ortasına Çarşı, kendi kahramanının resmini astı: O akşam ve sonraki günlerde Optik Başkan, yerini hiç yadırgamadan mahşerî kalabalıkları kucakladı…

Mehmet Işıklar, nam-ı diğer Optik Mehmet, Çarşı’nın kurucularındandı. Ayrıca, Çarşı’ya ruhunu, anlamını üfleyen kişilerdendi. 2007’nin temmuzunda, henüz 38 yaşındayken, iki buçuk senelik hapisliği sonlanıp Beşiktaş semtine özgürce ayak bastıktan bir hafta sonra ani vefatıyla herkesi kahretti. Optik Başkan’ın ani ölümüyle sarsılan Çarşı, bu tarihî momentte onu hak ettiği yere koydu.

Mehmet Işıklar’la haftalık Express’in 137. sayısında (ne tesadüf, bir Tayyip Erdoğan kapağında) konuşmuştuk. Sene 1996, “Optik Başkan” henüz 27 yaşındaydı. O röportajda söyledikleri, Çarşı’nın mucizevî kimyasının sırrına da bir nebze ışık tutuyordu…



İsmi Optik Mehmet… Onu Beşiktaş’ta tanımayan yok gibi. Kime sorsanız “bizim Optik mi?” der. Öyşe “karizmatik” bir kişiliği var ki, Max Weber’in “karizma” kavramı Optik Mehmet’i açıklamaya kifayet etmez.

Beşiktaş tribünlerinin, bilhassa da “Çarşı” grubunun en isim yapmış elemanı o. Maçlarda Optik ne derse o oluyor. Maça geldiği zaman, hiç mübalağasız bin kişi etrafını sarıyor, herkes onunla konuşabilmek için can atıyor. Elini saçına götürdüğü zaman, bir bakıyorsunuz, herkesin eli saçında. Bir maçta Optik için “o bizim Yılmaz Güney’imiz” diyorlardı.

Beşiktaş tribününün bütün “sakinleri” gibi, biz de Optik Mehmet’le tanışıyorduk; selâmımız, —biraz da— kelâmımız vardı. Express için bir röportaj yapmak istediğimiz söylediğimizde, “memnuniyetle” dedi, oturduk Beşiktaş sahiline, başladık sohbete.

Optik Mehmet 27 yaşında, uzun boylu, zayıf, traşsız yüzlü, konuşkan, “genç bir Anadolu delikanlısı” görünümünde. Hayvanları acayip seviyor. Sohbetimiz esnasında yanımıza gelen köpekler, kediler hepsi onu tanıyor. Hepsini o büyütmüş. Aşılarını yaptırıyor, “rızık”larını çıkarmalarına yardımcı oluyor. Onlar da bu aşkı karşılıksız bırakmıyor:

“Burada kavga falan olduğu zaman bakıyoruz ki hepsi bizimle geliyor, yabancılara havlıyorlar, bizi bu kadar çok seviyorlar.”

Optik, 1979’dan beri Beşiktaş’ta ikamet ediyor. 1969’da, Kadırga’da, Süleymaniye Doğumevi’nde doğmuş, Kadırga İlkokulu’nu bitirmiş. O zamanlarda ta oralardan kalkıp maça gelirdim, 10 yaşımdan beri.”

Ortaokul yıllarında gözlük takıyormuş, “Optik” lâkabı o günlerden kalma. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde okumuş, tarih öğretmeni olmuş. Yeni mezun, bir yıldır Ankara’da tarih öğretiyor. Tabii ki maçları —ve dolayısıyla tribün görevini— sektirmiyor.

Öğretmenlik yapmaktan sıkılmış. “Kısa dönem” uygulamasından yararlanıp askere gitmeyi, sonra da “bir üniversite daha okumayı” düşünüyor. “Hukuk fakültesine kafayı taktım, askerlikten sonra Hukuk okumayı düşünüyorum.”

Ona göre, en güzide semt Beşiktaş. “İstanbulluyum demem zaten, Beşiktaşlıyım derim. Ne alâkam var ki İstanbul’la, bütün alâkam Beşiktaş’la.”

Bu “Çarşı” isminin nereden geldiğini soruyoruz, anlatıyor: “Eskiden çarşı pazar Beşiktaş’ın içinde kuruluyordu, hamamın oralarda. Biz de oralarda büyüdük, maça gittiğimizde ‘Çarşı’ diye bağırırdık, ismimiz ‘Çarşı’nın Çocukları’na çıktı, o günden beri de Beşiktaş tribünün en büyük grubu olduk.”

Optik Mehmet, Çarşı’nın tribünün en büyük grubu olma sürecini, kilometre taşlarını ve sembolleşmiş “abiler”i anarak anlatıyor:

“1980 öncesinde Beşiktaş seyircisi çok fanatikti. Seyirciyi fanatik yapan, çileden çıkartan 15 yıldır takımın şampiyon olamamasıydı. Hatta filmlerde bile gösterir, ‘Gol Kralı Şaban’da kapalı tribünün hepsi Beşiktaşlıdır. O zamanlar Bekir abi vardı, İsmail abi, Hacı abi vardı, bunlar o dönemin büyük isimleriydi. Galatasaray’da Peygamber Hüseyin vardı, Behzat vardı, bu yolda öldü. Ben o zamanlar da vardım, Bekir abinin yanındaydım. Bekir abi o dönem ilah. Hâlâ ara sıra maçlara gelir, sessiz sakin oturur. ’83 yılında tribünde devrim oluyor, Veyseller, Karga Mustafalar, Bayrampaşalı Şenolların eline geçiyor, biz de ortaya çıkıyoruz. Bayrampaşalı Şenol, Beşiktaş tribününün yetiştirdiği en delikanlı insandır. Varoşta oturur, Gaziosmanpaşalıdır. Tribün ’86–87 yılında tamamıyla Çarşı’ya kaldı.”

Optik Mehmet’e göre, Beşiktaş proletaryanın takımı, fanatikleri hep varoşlardan çıkıyor. Bu saptamasını şöyle “belge”lendiriyor:

“1989-90 sezonunda, takımın şampiyonluğu kovaladığı dönemde, her maçta yedi-sekiz bin seyirciye oynardık. Yönetim kurulu bilet fiyatlarını yarı yarıya indirdi, bir dahaki hafta Gaziantep maçında 27 bin biletli seyirci vardı…”

Ve ekliyor: “Beşiktaş derbileri hiçbir zaman Galatasaray – Fenerbahçe derbileri kadar gürültü koparmaz. Beşiktaş’ın bir itilmişliği, ‘üçüncü sıradaki büyük’ konumu vardı. Ezilen, dışlanan bir takımdı. Taraftarı da böyle bence.”

Optik Mehmet’e bu kadar çok sevilmesinin, sözünün bu kadar çok dinlenmesinin, karizmasının büyüklüğünün sebeplerini soruyorum, hiç ara vermeden anlatıyor:

“Ne bileyim ben, herkese değer veriyorum tribünde. Ufacık bir çocuk gelse bile halini hatırını soruyorum. ‘Nasılsın Optik abi’ diyor, ‘iyiyim, sen nasılsın’ diyorum. ‘Abi karnım aç’ diyor, cebimdeki son parayı çıkartıp veriyorum. Ya da, maça gelmiş, parası yok, denkleştiriyoruz, maça beraber giriyoruz. Ben tribünde kimseye ters bir muamele yapmamışımdır bugüne kadar. Ama benden öncekiler bağırırlardı, aşağılarlardı herkesin önünde, ben sahip çıkardım. Kimseye fiske dahi atmamışımdır. Yalnız bir kere, hiç unutmam, bizim yetiştirdiğimiz bir çocukcağız vardı, bir gün baktım üzerinde Fenerbahçe forması… Bir tokat attım. Bunun dışında kimseye fiske dahi atmış değilim. Böyle olunca doğal olarak sevip sayıyorlar, tribünde sözümüz geçiyor.”

Söz dönüp dolaşıp tribünlerdeki şiddete geliyor: “Tribünlerdeki şiddet olaylarının savunulacak bir yanı yok. Ama toplumun her kesimine şiddet hâkim. Ayrıca bu işlerde yöneticilerin de parmağı var. Özellikle Metin Aşık döneminde Fenerliler teşvik edilirdi bu işlere.”

Maçlarda her dönemde kavga olduğunu, ancak 1985’ten sonra kavgalarda çıplak yumruğun yerini “emanet”lerin aldığını söylüyor: “Eskiden kavgalar vardı ama, daha çok yumruk yumruğa kavgalardı. Bıçaklar, emanetler daha sonraları çıktı. Önceki kavgaların hepsi tribün kavgalarıydı, kapalı tribüne rakip takımı sokmamak içindi. 1985 yılında Fenerbahçe Dereağzı tesislerinin basılması olayından sonra işin içine yumruktan başka her şey girmeye başladı, molotof kokteyli bile.”

Ve bir anısını anlatıyor: “Bir gün Ankara’ya Fenerbahçe ile Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı oynamaya gidiyoruz. Fenerlilerle aynı gün İstanbul’dan yola çıkıyoruz. Mola yerlerine hep on dakika aralarla uğruyoruz. Gittiğimiz her yerde, otobüs terminallerindeki görevliler bizi on dakika daha tutabilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Tabii biz sonradan öürendik durumu. Düşünsenize Fenerlilerle aynı yerde karşılaştığımızı…”

Optik Mehmet’e göre “bu işlerde tam bir örgüt gibi davranmak gerekiyor”, çünkü her an “rakip”lerden baskın yeme tehlikesi mevcut, dolayısıyla tedbiri elden bırakmaya gelmiyor: “Mesela, derbi öncesi Maçka parkında sabahlıyoruz. Bazen bizimkiler çok disiplinsiz davranıyorlar. Gece sigara yakıyor, uzaktan ateşi belli oluyor, bağıra bağıra elinde şarap şişesi Müslüm’den şarkı söylüyor, baskını yiyoruz tabii…”

Örgüt gibi davranmanın yanısıra, “Çarşı grubu”, Optik Mehmet’in ifadesiyle, “tam bir komün hayatı” yaşıyor:

“Biz her zaman komün hayatı sürdürüyoruz. Kulüp hiçbir zaman deplasmanlara otobüs kaldırmaz. Paralı Beşiktaşlı abilerimiz bize yardımcı olurlar, öyle gideriz maçlara. Bir Samsun deplasmanında yemek yemeye gittik, 10-15 kişiyiz. Paralar bende duruyor, malî işlerden ben sorumluyum. Herkes kuru-pilav yiyecekti. Hesabı ödemeye gittim. Lokanta sahibi bir de yoğurt yendiğini söyledi. Kan beynime sıçradı, lokantayı birbirine kattım. Baktım ki en yakın arkadaşım Selim yemiş yoğurdu. Papaz olduk. Olabilir, canı yoğurt çekmiştir. Keşke hepimiz yeseydik. Bütün kızdığım nokta buydu. Tam bir komün hayatı sürdürüyoruz…”

Cem Semercioğlu

[ybkz]swh[/ybkz]
grkmkrk
taraftar,adam gibi birçok güzel kelimenin vücut bulduğu güzel insan

kısaca temmuz alacağın olsun, optik, adem,barış
deniztarafindakikale
denizli deplasmanına gitmiştik. optik başkanla aynı otobüsteydik, ama şehire inince birbirimizden koptuk ve maç saati yaklaşınca içeri girdik. herkes birbirine optik başkan'ı soruyor. neyse optik başkan geldi ve nerede olduğunu sorduk. rahmetli kanarya eyüp'ü içeri sokmuş ve neler çektiğini anlatıyor.

-ya eyüp ne içmişse artık pilot ağzından köpükler çıkıyor [ybkz]swh[/ybkz]
-maça girmesi bırak emniyet'i fifa kurallarına aykırı [ybkz]swh[/ybkz]
3 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol