beşiktaş'ımın gururlandırdığı maç. ilk yarıda rakibi bunalttık, özellikle 30-40dk arası. tempoyu da eşitledik ama ikinci yarı için yeterli olmadı.
hiçbir şey bitmiş değil, bir maç daha var. hadi dönün eve çocuklar...
not: taraftarla ayrıca gururlanmak gerek. bir ara öyle bir hakim oldular ki stada, kendilerini inönü'de sanıp ''burası inönü buradan çıkış yok!'' sesleri yükseldi. boğazıma bi' yumru oturdu, gülümsedim.
Ayaklarımı yere vura vura "gol atalım ulan gol" diye ağlamak istediğim maç.
yazmayan yazarları ve sözlüğü terk eden ilk nesil yazarları geceleri ziyaret edip yataklarına işeten hayalet. resmen musallat oluyomuş.
ukte: derd-i beşiktaş
ukte: derd-i beşiktaş
breaking bad'in saul goodman karakterinin merkezinde olduğu 2015 yılının en heyecanlandıran dizisi. saul goodman'ın geçmişini anlatıyor. 3. bölümü bu hafta yayınlandı ve breaking bad'i özleyenlere bir nebze de olsa iyi geldi. breaking bad'in yapım ekibinin %80'i bu dizide çalışıyor, teknik tıpkı bb'de olduğu gibi muazzam; hatta ilk bölümün bir yerinde yeniden breaking bad izliyormuşum gibi hissettim, o renkleri o müzikleri ve açıları ne kadar özlemişim dedim.
ilerleyen bölümlerde walter ve jesse ile karşılaşmalarını bekliyorum heyecanla. birkaç karakterle şimdiden karşılaştı bile.
ilerleyen bölümlerde walter ve jesse ile karşılaşmalarını bekliyorum heyecanla. birkaç karakterle şimdiden karşılaştı bile.
şu dakikalar itibariyle yayında olan radyo. 19 şubat 2015 liverpool beşiktaş maçı öncesi son kritikler, heyecan paylaşmalar, vakit öldürmeler ve tabii marşlar! evet marşlar!
şuradan tık.
http://www.kartalsozluk.com/radyo.html
şuradan tık.
http://www.kartalsozluk.com/radyo.html
öncelikle (bkz: 19 şubat 2015 liverpool beşiktaş maçı)
saat şu an 13:05, maç 22:05'te.
üç kere bugün liverpool maçı var diyerek uyandım. tahmin ettiğimden saatler öncesinde hem de. uyanmam gerekse uyanamam ha, zaten işsizim akkkkşama kadar uyurum. uyumam gerekti bugün de vakit çabuk geçsin diye ama uyanıyorum! hrrr!
işin kötüsü hava karlı ve yağmurlu, hadi bi' nebze arkadaşlarla buluş, olmadı git kendini deniz kenarına at, çocuk bul onlarla oyna, köpek sev nebleyim yap bi'şeyler ama evde kalmak...temiz evi yeniden temizleyeceğim sanırım. çamaşır suyu, tuz ruhu, cif, kireç sökücü...
o kadar yazdım saat daha 13:10 ya!
saat şu an 13:05, maç 22:05'te.
üç kere bugün liverpool maçı var diyerek uyandım. tahmin ettiğimden saatler öncesinde hem de. uyanmam gerekse uyanamam ha, zaten işsizim akkkkşama kadar uyurum. uyumam gerekti bugün de vakit çabuk geçsin diye ama uyanıyorum! hrrr!
işin kötüsü hava karlı ve yağmurlu, hadi bi' nebze arkadaşlarla buluş, olmadı git kendini deniz kenarına at, çocuk bul onlarla oyna, köpek sev nebleyim yap bi'şeyler ama evde kalmak...temiz evi yeniden temizleyeceğim sanırım. çamaşır suyu, tuz ruhu, cif, kireç sökücü...
o kadar yazdım saat daha 13:10 ya!
muhtemelen bu gece uyutmayacak, yarını da akşam ettirmeyecek maçtır. maç saat akşam 10'da. şimdiden şu saatte uyansam, sonra şunu şunu yapsam da vakit çabuk geçse diye hesap yapıyorum.
bu aralar akıl sağlığı için yeniden yapılması elzem olan hareket.
özgecan, iç güvenlik paketi, kar topu yüzünden öldürülen bi' adam, mecliste milletvekilinin birinin diğerini tokmakla yaralaması ve son okuduğum bir kadın cesedinin daha çöpte bulunması. ben bu kadar acıda save ediyorum arkadaşlar, bana bu kadarı fazla ağır geliyor artık. her defasında ''o kadar da olmaz artık derken'' tam anlamıyla ''o kadar da'' hatta fazlasıyla oluyor.
allahını seven üzerime anket başlığı atsın. delicesine dolduracağım.
özgecan, iç güvenlik paketi, kar topu yüzünden öldürülen bi' adam, mecliste milletvekilinin birinin diğerini tokmakla yaralaması ve son okuduğum bir kadın cesedinin daha çöpte bulunması. ben bu kadar acıda save ediyorum arkadaşlar, bana bu kadarı fazla ağır geliyor artık. her defasında ''o kadar da olmaz artık derken'' tam anlamıyla ''o kadar da'' hatta fazlasıyla oluyor.
allahını seven üzerime anket başlığı atsın. delicesine dolduracağım.
görünce insanın içini parçalayan şeyler listesine bir yenisini daha ekleyen olay. ağaç görünce de üzülüyorum ben, zeytin görünce de mesela. sonra kömür görünce ağlamaklı oluyorum, ayakkabı kutusu görünce de öyle mesela. kim derdi ki o listeye eklenecek bir kar topu?
''bat dünya bat...''
''bat dünya bat...''
katledilişi ile insanlıktan ve yaşadığım toplumdan bir kere daha tiksinmeme neden olmuş gülüşü güzel genç kadın. ali ismail'i ve berkin'i kaybettiğimde de böyle olmuştum. bana bu kadar üzgün ve nefret dolu geçirdiğim 20'li yaşlarımı kimse geri vermeyecek. içimde hep kırgın olacağım, muhtemelen bu kırgınlıkla öleceğim... eğer başıma tıpkı özgecan gibi bir musibet gelmezse, bunun garantisini hiç kimse veremiyor çünkü.
kırgın içimi dökmem gerekli biraz müsadenizle. günlerdir sadece okuyorum, anlamlandırmaya çalışıyorum, içim eziliyor sinirden de içime gömüyorum yine.
ilk defa toplum olarak bir düşüncede birleştik: bunun vahşilik olduğu. ancak birtakım insanlar yine ataerkilliği yüceltirken ''kadın namusumuzdur, nasıl öldürürsün!'' veya ''koruyamadık özgecan'ı'' diyen erkekler gibi. birtakım insanlar da asıl kadın mücadelesinin ortasından yükseltiyor sesini ''kadınız biz! artık yeter!'' diyerek. ben şu an kadın mücadelesinin ortasından yazıyorum, her zaman yazdığım ve yazacağım gibi. [ybkz]swh[/ybkz] [ybkz]swh[/ybkz] [ybkz]swh[/ybkz] [ybkz]swh[/ybkz]
özgecan'ın öldürülüşüne toplumsal bir kırılma diyebiliriz, böylesi bir kırılmaya yıllar yıllar öncesinden ihtiyacımız vardı. bize her şeyin geç geldiği gibi bu da geç geldi. bir özgecan gülüşü kadar geç, her şeye değebilecek bir gülüşken o üstelik. her bir kadının olduğu gibi... ülke elbette bir anda kabuk değiştirmeyecek bu olayla birlikte ya da sanılanın aksine idam cezası, hadım vs gibi şeylerle çözülmeyecek, hukuk sistemi de bir anda değişmeyecek. ancak bir nesil bilinçlenecek. biz o bilinçlenecek nesiliz. kırılmış, aşağılanmış ama buna rağmen gelecek nesile umut taşıyacak olan biziz. hayatta kalmamız için bu umuda sarılmamız gerekli. rastladığım bir istatistik türkiye'de 26 milyon çocuk olduğunu söylüyordu. 26 milyon berrak beyin, içini istersek şiddetle, vahşetle doldururuz, ister dinsel zırvalarla istersek de insanlıkla. ama bu 26 milyonun ne kadarına ''düzgün'' eğitim verilebilir. kendi yaşadığımız ''modernite'' henüz bu ülkenin her yerine ulaşmış değil. biz televizyonda izlediklerimize inanmıyor, sorguluyor ve hakkımızı sokakta, bir şekilde yazarak, anlatarak arayabiliyoruz. peki arayamayanlar? 13'ünde evlendirilen kadınlar? sırf ekonomik bağımsızlığı olmadığından çocuğunu büyütemeyeceği veya baba evine dönemeyeceği için erkek şiddetine dayanan kadınlar ve o ortamda büyüyen çocuklar? bugün biz facebooktan, twitterdan ya da sözlüklerden yazıyoruz bir şekilde kendi aramızda ''birlik'' olabiliyoruz, ya bizim bu kadar birlik oluşumuzdan güçlü duruşumuzdan haberi olmayanlar? bizim burada olduğumuzu bilmeyen her bir kadını düşündüğümde boğazıma bir yumru oturuyor, bizim bilmediğimiz hanelerde bilseniz ne cehennemler var.
ben o cehennemlerin birisinde doğup büyüdüm. annem üç çocuğu ile baba evine dönemeyen kadınlardan sadece bir tanesiydi. üç çocuğunu yalnız başına büyüttü. 33 yıl boyunca, tüm hayatını evine, kocasına ve çocuklarına adadı. üstelik bütün bunları şiddet görerek, aldatılarak, aşağılanarak yaptı. çocukken hep kabuslarımda annemin balkondan atlayarak intihar etmek üzere olduğunu görürdüm. ağlayarak fırlardım yataktan. bu korku yüzünden 10'lu yaşlarıma kadar annemle uyudum. çocuklar neler olup bittiğini size sormaz asla, ama bilirler. sessizce odalarında bacakları titreyerek ve ağlayarak dinler içeriden gelen kavga seslerini. şimdi o 26 milyon çocuğu düşünüyorum, ben çok şanslıydım. çünkü annem bize ilk önce yalan söylememeyi ve vicdanlı olmayı öğretti. ben vicdanlı olmayı babam annemi döverken öğrenmiştim. sonra bir de güçlü olmayı öğrendim annemden ve iki abimden. üniversiteden mezun olur olmaz daha memlekete döneli 1 hafta bile olmamışken annemle beraber terk ettik babamı. boşanma davalarının ikinci celsesi birkaç hafta sonra görülecek. peki bir gün o 26 milyonun içinden kaç tane çocuk tüm bunların hepsine göğüs germek zorunda kalacak 20'li yaşlarında? annem ve ben görece şanslıyız şu anda o bilmediğimiz cehennemli hanelerden. ben bugün kadın mücadelesinin içinden bunları yazabiliyor, annemin yanında durabiliyorum...bunları neden anlatıyorum? büyüdüğün aile ve birlikte olmak çok önemli! bir olmak, güçlü olmaktır çünkü. bu bir olmanın içerisinde asla erkeklere nefret kusmak, idam gelsin, hepsi hadım edilsin demek yok. temel yaşam haklarımızı bir aradayken savunmak var. kadının kadını ölesiye yerdiği, bazen en çetin düşmanının kadın olduğu gerçekliğinden ''bir olmanın'' önemini ölesiye savunuyorum. bir arada durursak bizi o kadar kolay öldüremezler çünkü.
dün sosyal medyada 16 şubat'ta özgecan için siyah giyiniyoruz bildirisi dolaştı. bugün dışarıya çıkarken, elim mavi bir kazağa gitti önce sonra siyah. birlik olabilmeyi çok istiyordum ama pek umudum yoktu. siyah kazak, siyah bir pantolon giydim yine de. birkaç arkadaşımla şehrin pek işlek cafelerinden birisine gittim, boş masa bulunamayan saatlerde. içeri girip nihayet boş bir masa bulduğumuzda farkettim çevremdeki kadınları. görüş alanımdaki yan masada 5 kadın vardı, hepsi siyahlar içinde. ayağa kalkıp bütün mekanı taradım, belki 2 belki 3 kadın haricinde neredeyse dolu mekandaki tüm kadınlar siyah giymişti. ve herkes gerçekten üzgündü. o mekanın kahkaha sesleri ile dolup taştığını biliyorum. herkes sessiz ve yaslıydı. gündelik hayatlarının tam ortasına kurulmuş yas. yerime otururken gözlerim doldu, önce özgecan'ın gülümseyişini hatırladım, keşke yaşasaydı biz onu hiç bilmeseydik ve o da arkadaşları ile bir cafede kahve içmek üzere olsaydı diye ağladım. sonra bu kadar kadının birlik olabilmesinin insanı ne kadar güçlü hissettirmesine ağladım gururla. düz bakıldığında sadece bir kıyafet gibi, ama değil. örgütlenirsek eğer, aynı şeyi söyleyebiliriz'i gördüm bugün o cafede. gün içinde tanımadığım bir sürü kadınla karşılaştım. kadınlar tuvaletinde, tramvayda, sinema salonunda... daha önce böyle hiç hissetmemiştim, aramızda sessiz bir anlaşma var gibiydi hepsiyle. her birimiz acı çekiyor ve bir şekilde hareketlerimizde en ufak iletişimimizde, tuvalet sırasında, muslukta el yıkarken, peçete için yer verirken, ineceğimiz durağı söylerken birbirimizin acısını paylaşıyorduk. ilk önce ''bana öyle geliyor herhalde'' dedim, gecenin sonunda eve gelmek üzere ayrılırken bana göre sanrı olan şeyi arkadaşlarıma sordum, ''siz de bu sessiz iletişimi hissettiniz mi?'' dedim. ''aynı şeyi düşündük yemin ederiz!'' dediler. birkaç saniye birbirimize bakıp vedalaşma sarılmasına başladık. ''eve gidince mesaj at'' diye hatırlattı içlerinden birisi, her zamanki gibi. arkam dönüktü, ağladığımı hiçbirisi görmedi.
bu bağlamda en başa döneceğim. belki de uzun zamandır ilk defa toplum olarak bir düşüncede birleştik. herkes kendi perspektifinden bakarak lanetler bu olayı. ama bu sonucu hiçbir zaman değiştirmez. özgecan pek çok nedenden dolayı hepimizin empati yapabileceği yeni bir kurbanı bu kadını ikincil konuma itip, aşağılayan, değersizleştiren, hiçe sayan, ona zorunlu roller biçen, sıfatlar yapıştıran, ona çizilen ve mecbur kılınan sınırların dışına çıkacak gibi olsa vahşice öldüren sistemi yüzümüze vurdu. biz kadınların hiçbir zaman kabuk tutmayan yaraları vardı, özgecan'ın katili o zalim hepimizin yaralarını deşti o'nu öldürdüğü bıçakla. şimdi canımız hiç olmadığı kadar çok yanıyor, kanıyor; ama hissediyorum, ilk defa bu acı bizi güçsüz kılmak yerine daha güçlü yapıyor. çünkü kalbim bir özgecan'a daha dayanamayacak kadar öfkeli ve beni yalnızca bu öfke ayakta tutuyor.
buradan daha güzel bir yerde, sana bu ülkede veremediğimiz huzurla uyu canım kardeşim.
ve ne olur affet bizi, sen ölmeden önce sesimizi çıkaramadığımız için.
ve ne olur bize güç ver, artık daha çok sesimizin çıkması için.
kırgın içimi dökmem gerekli biraz müsadenizle. günlerdir sadece okuyorum, anlamlandırmaya çalışıyorum, içim eziliyor sinirden de içime gömüyorum yine.
ilk defa toplum olarak bir düşüncede birleştik: bunun vahşilik olduğu. ancak birtakım insanlar yine ataerkilliği yüceltirken ''kadın namusumuzdur, nasıl öldürürsün!'' veya ''koruyamadık özgecan'ı'' diyen erkekler gibi. birtakım insanlar da asıl kadın mücadelesinin ortasından yükseltiyor sesini ''kadınız biz! artık yeter!'' diyerek. ben şu an kadın mücadelesinin ortasından yazıyorum, her zaman yazdığım ve yazacağım gibi. [ybkz]swh[/ybkz] [ybkz]swh[/ybkz] [ybkz]swh[/ybkz] [ybkz]swh[/ybkz]
özgecan'ın öldürülüşüne toplumsal bir kırılma diyebiliriz, böylesi bir kırılmaya yıllar yıllar öncesinden ihtiyacımız vardı. bize her şeyin geç geldiği gibi bu da geç geldi. bir özgecan gülüşü kadar geç, her şeye değebilecek bir gülüşken o üstelik. her bir kadının olduğu gibi... ülke elbette bir anda kabuk değiştirmeyecek bu olayla birlikte ya da sanılanın aksine idam cezası, hadım vs gibi şeylerle çözülmeyecek, hukuk sistemi de bir anda değişmeyecek. ancak bir nesil bilinçlenecek. biz o bilinçlenecek nesiliz. kırılmış, aşağılanmış ama buna rağmen gelecek nesile umut taşıyacak olan biziz. hayatta kalmamız için bu umuda sarılmamız gerekli. rastladığım bir istatistik türkiye'de 26 milyon çocuk olduğunu söylüyordu. 26 milyon berrak beyin, içini istersek şiddetle, vahşetle doldururuz, ister dinsel zırvalarla istersek de insanlıkla. ama bu 26 milyonun ne kadarına ''düzgün'' eğitim verilebilir. kendi yaşadığımız ''modernite'' henüz bu ülkenin her yerine ulaşmış değil. biz televizyonda izlediklerimize inanmıyor, sorguluyor ve hakkımızı sokakta, bir şekilde yazarak, anlatarak arayabiliyoruz. peki arayamayanlar? 13'ünde evlendirilen kadınlar? sırf ekonomik bağımsızlığı olmadığından çocuğunu büyütemeyeceği veya baba evine dönemeyeceği için erkek şiddetine dayanan kadınlar ve o ortamda büyüyen çocuklar? bugün biz facebooktan, twitterdan ya da sözlüklerden yazıyoruz bir şekilde kendi aramızda ''birlik'' olabiliyoruz, ya bizim bu kadar birlik oluşumuzdan güçlü duruşumuzdan haberi olmayanlar? bizim burada olduğumuzu bilmeyen her bir kadını düşündüğümde boğazıma bir yumru oturuyor, bizim bilmediğimiz hanelerde bilseniz ne cehennemler var.
ben o cehennemlerin birisinde doğup büyüdüm. annem üç çocuğu ile baba evine dönemeyen kadınlardan sadece bir tanesiydi. üç çocuğunu yalnız başına büyüttü. 33 yıl boyunca, tüm hayatını evine, kocasına ve çocuklarına adadı. üstelik bütün bunları şiddet görerek, aldatılarak, aşağılanarak yaptı. çocukken hep kabuslarımda annemin balkondan atlayarak intihar etmek üzere olduğunu görürdüm. ağlayarak fırlardım yataktan. bu korku yüzünden 10'lu yaşlarıma kadar annemle uyudum. çocuklar neler olup bittiğini size sormaz asla, ama bilirler. sessizce odalarında bacakları titreyerek ve ağlayarak dinler içeriden gelen kavga seslerini. şimdi o 26 milyon çocuğu düşünüyorum, ben çok şanslıydım. çünkü annem bize ilk önce yalan söylememeyi ve vicdanlı olmayı öğretti. ben vicdanlı olmayı babam annemi döverken öğrenmiştim. sonra bir de güçlü olmayı öğrendim annemden ve iki abimden. üniversiteden mezun olur olmaz daha memlekete döneli 1 hafta bile olmamışken annemle beraber terk ettik babamı. boşanma davalarının ikinci celsesi birkaç hafta sonra görülecek. peki bir gün o 26 milyonun içinden kaç tane çocuk tüm bunların hepsine göğüs germek zorunda kalacak 20'li yaşlarında? annem ve ben görece şanslıyız şu anda o bilmediğimiz cehennemli hanelerden. ben bugün kadın mücadelesinin içinden bunları yazabiliyor, annemin yanında durabiliyorum...bunları neden anlatıyorum? büyüdüğün aile ve birlikte olmak çok önemli! bir olmak, güçlü olmaktır çünkü. bu bir olmanın içerisinde asla erkeklere nefret kusmak, idam gelsin, hepsi hadım edilsin demek yok. temel yaşam haklarımızı bir aradayken savunmak var. kadının kadını ölesiye yerdiği, bazen en çetin düşmanının kadın olduğu gerçekliğinden ''bir olmanın'' önemini ölesiye savunuyorum. bir arada durursak bizi o kadar kolay öldüremezler çünkü.
dün sosyal medyada 16 şubat'ta özgecan için siyah giyiniyoruz bildirisi dolaştı. bugün dışarıya çıkarken, elim mavi bir kazağa gitti önce sonra siyah. birlik olabilmeyi çok istiyordum ama pek umudum yoktu. siyah kazak, siyah bir pantolon giydim yine de. birkaç arkadaşımla şehrin pek işlek cafelerinden birisine gittim, boş masa bulunamayan saatlerde. içeri girip nihayet boş bir masa bulduğumuzda farkettim çevremdeki kadınları. görüş alanımdaki yan masada 5 kadın vardı, hepsi siyahlar içinde. ayağa kalkıp bütün mekanı taradım, belki 2 belki 3 kadın haricinde neredeyse dolu mekandaki tüm kadınlar siyah giymişti. ve herkes gerçekten üzgündü. o mekanın kahkaha sesleri ile dolup taştığını biliyorum. herkes sessiz ve yaslıydı. gündelik hayatlarının tam ortasına kurulmuş yas. yerime otururken gözlerim doldu, önce özgecan'ın gülümseyişini hatırladım, keşke yaşasaydı biz onu hiç bilmeseydik ve o da arkadaşları ile bir cafede kahve içmek üzere olsaydı diye ağladım. sonra bu kadar kadının birlik olabilmesinin insanı ne kadar güçlü hissettirmesine ağladım gururla. düz bakıldığında sadece bir kıyafet gibi, ama değil. örgütlenirsek eğer, aynı şeyi söyleyebiliriz'i gördüm bugün o cafede. gün içinde tanımadığım bir sürü kadınla karşılaştım. kadınlar tuvaletinde, tramvayda, sinema salonunda... daha önce böyle hiç hissetmemiştim, aramızda sessiz bir anlaşma var gibiydi hepsiyle. her birimiz acı çekiyor ve bir şekilde hareketlerimizde en ufak iletişimimizde, tuvalet sırasında, muslukta el yıkarken, peçete için yer verirken, ineceğimiz durağı söylerken birbirimizin acısını paylaşıyorduk. ilk önce ''bana öyle geliyor herhalde'' dedim, gecenin sonunda eve gelmek üzere ayrılırken bana göre sanrı olan şeyi arkadaşlarıma sordum, ''siz de bu sessiz iletişimi hissettiniz mi?'' dedim. ''aynı şeyi düşündük yemin ederiz!'' dediler. birkaç saniye birbirimize bakıp vedalaşma sarılmasına başladık. ''eve gidince mesaj at'' diye hatırlattı içlerinden birisi, her zamanki gibi. arkam dönüktü, ağladığımı hiçbirisi görmedi.
bu bağlamda en başa döneceğim. belki de uzun zamandır ilk defa toplum olarak bir düşüncede birleştik. herkes kendi perspektifinden bakarak lanetler bu olayı. ama bu sonucu hiçbir zaman değiştirmez. özgecan pek çok nedenden dolayı hepimizin empati yapabileceği yeni bir kurbanı bu kadını ikincil konuma itip, aşağılayan, değersizleştiren, hiçe sayan, ona zorunlu roller biçen, sıfatlar yapıştıran, ona çizilen ve mecbur kılınan sınırların dışına çıkacak gibi olsa vahşice öldüren sistemi yüzümüze vurdu. biz kadınların hiçbir zaman kabuk tutmayan yaraları vardı, özgecan'ın katili o zalim hepimizin yaralarını deşti o'nu öldürdüğü bıçakla. şimdi canımız hiç olmadığı kadar çok yanıyor, kanıyor; ama hissediyorum, ilk defa bu acı bizi güçsüz kılmak yerine daha güçlü yapıyor. çünkü kalbim bir özgecan'a daha dayanamayacak kadar öfkeli ve beni yalnızca bu öfke ayakta tutuyor.
buradan daha güzel bir yerde, sana bu ülkede veremediğimiz huzurla uyu canım kardeşim.
ve ne olur affet bizi, sen ölmeden önce sesimizi çıkaramadığımız için.
ve ne olur bize güç ver, artık daha çok sesimizin çıkması için.
hakkında konuşmak istemediğin şeye ''hayır, konuşmayacağım'' deyip gitmek çok güzel. çünkü istemiyorum. bundan daha net bi' şey olamaz. bu tercih hakkı elimden alındığında sanırım biraz çifkefleşebilirim.
sorumluluk duygusunun bazen uzaklaşarak gözden kaybolması da güzel. herkesin 'bir şey' olmak için çabaladığı bir evrende, 'durmak' en iyi becerebildiğim şey. başlarda biraz afallıyorsun, ama girince alışıyorsun; emin ol.
ahvalini yazamadığın günler gelecek, deselerdi asla inanmazdım. dururken yazamıyor-muş insan. anlatacak bir şeyim yok çünkü. inanır mısın kaygım da yok eskisi gibi, ''ne olacak? nasıl olacak?'' e olmayıversin. bu da olmayıversin, işte bu olacak. fazla soru sorma. sordukça çözülmüyor, karışıyor. felsefenin temeli buysa, boşver içelim. birayı 70'lik söyle, önce gözümü doyurmam gerekli çünkü. ben çok insanım, aşırı insan. bunu istemem de çok normal.
bilincin yeteri kadar yastığına aktığında, ''bugün dışarı çıkmam lazımdı''lar da anlamsız olacak. içerisi ve dışarısının pek farkı kalmadı. yeni birileriyle tanışmak, yeni birilerine karışmak. mesela henüz bilincin bu kadar akmamışken yolda müzik dinleyerek yürüyen birisine ''çok keyifli görünüyorsun, ne dinliyorsun merak ettim?'' diye sormak mümkünken şimdi ilgini bile çekmiyor. banka görevlisine ''kolay gelsin'' deyip gülümsemediğin gibi, sokak köpekleriyle selamlaşmak veya onların kuyruklarını sallayarak üstüne atlamasına ve kendilerini sevdirişlerinden mutlu olmak da ilgi çekmiyor.
temel insanlık dramının her şeye ve herkese karşı ilgi kaybetmekten olduğuna inanıyorum artık. güzel bi' ağaç gördüğünde heyecanlanmaktan, bir çocuğa dil çıkarıp o'nun utanarak annesinin arkasına saklanmasındaki müthiş masumiyeti gözlemlemekten, kıyıya vuran dalganın kendine has bir melodisi olduğuna inanmaktan, gemi düdüğü sesinin kendini dünyanın en güzel yerinde hissettirmesinden, yolda yürürken şarkı söylemekten bu kadar vazgeçmemiz ancak 'dram' kelimesiyle açıklanır sanırım. belki bir de keder.
sorumluluk duygusunun bazen uzaklaşarak gözden kaybolması da güzel. herkesin 'bir şey' olmak için çabaladığı bir evrende, 'durmak' en iyi becerebildiğim şey. başlarda biraz afallıyorsun, ama girince alışıyorsun; emin ol.
ahvalini yazamadığın günler gelecek, deselerdi asla inanmazdım. dururken yazamıyor-muş insan. anlatacak bir şeyim yok çünkü. inanır mısın kaygım da yok eskisi gibi, ''ne olacak? nasıl olacak?'' e olmayıversin. bu da olmayıversin, işte bu olacak. fazla soru sorma. sordukça çözülmüyor, karışıyor. felsefenin temeli buysa, boşver içelim. birayı 70'lik söyle, önce gözümü doyurmam gerekli çünkü. ben çok insanım, aşırı insan. bunu istemem de çok normal.
bilincin yeteri kadar yastığına aktığında, ''bugün dışarı çıkmam lazımdı''lar da anlamsız olacak. içerisi ve dışarısının pek farkı kalmadı. yeni birileriyle tanışmak, yeni birilerine karışmak. mesela henüz bilincin bu kadar akmamışken yolda müzik dinleyerek yürüyen birisine ''çok keyifli görünüyorsun, ne dinliyorsun merak ettim?'' diye sormak mümkünken şimdi ilgini bile çekmiyor. banka görevlisine ''kolay gelsin'' deyip gülümsemediğin gibi, sokak köpekleriyle selamlaşmak veya onların kuyruklarını sallayarak üstüne atlamasına ve kendilerini sevdirişlerinden mutlu olmak da ilgi çekmiyor.
temel insanlık dramının her şeye ve herkese karşı ilgi kaybetmekten olduğuna inanıyorum artık. güzel bi' ağaç gördüğünde heyecanlanmaktan, bir çocuğa dil çıkarıp o'nun utanarak annesinin arkasına saklanmasındaki müthiş masumiyeti gözlemlemekten, kıyıya vuran dalganın kendine has bir melodisi olduğuna inanmaktan, gemi düdüğü sesinin kendini dünyanın en güzel yerinde hissettirmesinden, yolda yürürken şarkı söylemekten bu kadar vazgeçmemiz ancak 'dram' kelimesiyle açıklanır sanırım. belki bir de keder.
[ybkz]swh[/ybkz]
yüzmenin belki de en güzel şekli. bir de gün doğumunda çarşaf gibi denizde yüzmek var, ama konumuz bu değil. eğer akdeniz gibi sıcak denizde yüzüyor iseniz, ancak yağmur yağarken ferahlığa kavuşabilirsiniz gibi.
yüzmenin belki de en güzel şekli. bir de gün doğumunda çarşaf gibi denizde yüzmek var, ama konumuz bu değil. eğer akdeniz gibi sıcak denizde yüzüyor iseniz, ancak yağmur yağarken ferahlığa kavuşabilirsiniz gibi.
düğünün bir aşamasında mutlaka uçan balonunu tavana kaçırdığı için kıyameti koparacak, pistin ortasında tavana baka baka ağlarken delicesine oynayanların arasında ezilme tehlikesi geçirecek, en nihayetinde ya dayısının omuzlarına alınmak suretiyle ya da garsonun getirdiği süpürge sapı ile balonuna kavuşacak olan çocuktur.
-bak şimdi bileğine bağlıyorum balonunu, bir daha kaçarsa almayız!
+ *fırkkh*
-bak şimdi bileğine bağlıyorum balonunu, bir daha kaçarsa almayız!
+ *fırkkh*
yaşam enerjisi aşılayan parov stelar şarkısı. i'mmm gonnaaaağğ folloow the sun! diye delire delire dolanıyo insan ortalıkta.
https://www.youtube.com/watch?v=WTrNsAsjEmY
https://www.youtube.com/watch?v=WTrNsAsjEmY
(bkz: hugo almeida)
almeida başlığı görünce dişleri sıkıp dudakların arasından söylenilesi cümle. o başlığı görünce istemsiz tıklayıp okuyorum ne olmuş ne bitmiş, acaba ne kadar para alıyo, nerede oynuyo şimdi diye. böyle hani eski sevgiliye uyuz olursun da ama aynı zamanda gizli gizli takip edip başına kötü şeyler gelmesini beklersin ya... bu adama sinirim geçmiyor bi' türlü. ne biçim de kinciymişim.
almeida başlığı görünce dişleri sıkıp dudakların arasından söylenilesi cümle. o başlığı görünce istemsiz tıklayıp okuyorum ne olmuş ne bitmiş, acaba ne kadar para alıyo, nerede oynuyo şimdi diye. böyle hani eski sevgiliye uyuz olursun da ama aynı zamanda gizli gizli takip edip başına kötü şeyler gelmesini beklersin ya... bu adama sinirim geçmiyor bi' türlü. ne biçim de kinciymişim.
konuşmanın bi' faydasını görememiş, artık bırakmıştır. artık başı daha az ağrıyordur.
öğrenci evinde yaşarken bir kıytırık paketinin [ybkz]swh[/ybkz] 4.5 tl olduğunu öğrendiğimden bu yana her düştüğünde içimin gittiği durum. daha ucuzları var elbet ama tutmuyor, sonra mandalla birlikte çamaşır da düşüyor aşağıya. nerede o eski tahta mandallar, gerçi hâlâ var ama onlar en pahalısı. sen mandalsın nasıl bu kadar pahalı olabilirsin. ve ben fakirim, ve ben pinti.......
dosta güven düşmana korku verengillerden yeni transferimiz. uzak mesafelerden güzel 'yapıştırmaları' ile heyecanlandırdı. attığı golde ayarladığı açı nefisti. sosa ile hemen kurduğu ilişki çok güzel, son dakikalarda demba ba'nın kaçırdığı pozisyonu zekice devam ettirdi. ay hadi hayırlı olsun.
türk erkeğinin sığır olma durumuyla doğru orantılıdır.
sen böyle bomboş bi' insan ol sonra türk kızı kendini beğenince aauuuv. sığırlığınızı yüzünüze vurunca da yabıştır ''kezban'' etiketini. oh ne rahat ya ^^
sen böyle bomboş bi' insan ol sonra türk kızı kendini beğenince aauuuv. sığırlığınızı yüzünüze vurunca da yabıştır ''kezban'' etiketini. oh ne rahat ya ^^
çekilişlere küsmüş bünyedir. umudunu taa çocukluğunda mahalle bakkalında 2.5 kuruşa yapılan çekilişte iğrenç bi' barbie bebek ayakkabısı çıktığında tüketmiştir. oysa o çekilişte uzaktan kumandalı araba, bacakları kırılabilen müthiş bir barbie bebek gibi acayip güzel şeyler de vardı. neeeymiş ayakkabıymış. aşırı çirkindi zaten.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?