confessions

saniyede yirmidört kare

5. nesil Yazar - - Yazar -

  1. toplam entry 1454
  2. takipçi 0
  3. puan 32646

savunma mekanizmaları

saniyede yirmidört kare
hayal kırıklığı karşısında kişinin istemsiz olarak uyguladığı, sürekli uygulanması durumunda anormalliklerin ortaya çıkacağı mekanizmalardır. kalıcı çözüm sağlamaz, geçicilerdir. başlıcaları;

(bkz: bastırma)
(bkz: bahane bulma)
(bkz: yansıtma)
(bkz: telafi etme)
(bkz: yüceltme)
(bkz: özdeşim kurma)
(bkz: kaçma)
(bkz: yön değiştirme)
(bkz: kaçma)
(bkz: gerileme)
(bkz: inkar etme)
(bkz: pollyanna)

çarşı geliyooor

saniyede yirmidört kare
okuyanus yayınlarından çıkmış nadide bir kitap. çarşı'nın bugüne kadar hiç bozmadığı duruşun gezi direnişi ile olan ortak noktalarını, çarşı'nın neden orada olduğunu, neler yaşandığını orada olanların ağzından, forumlarda, ekşisözlükte, twitterda diğer insanların da anlattıklarını da ekleyerek anlattığı bir kere daha o günleri yaşayarak, bazen sinirlenerek ama çokca gülümseyerek okudum. içimdeki beşiktaş semtinde çocuk büyütme aşkını perçinledi. biz nasıl ki 90'larda o mahalle kültüründen geldiysek ama geldiğimiz yerlerdeki o kültür öldüyse, hâlâ yaşayan o semt kültürünü dilerim çocuklarımız da yaşar. ne kadar yer kaldı ki böylesi güzel?

kadın

saniyede yirmidört kare
yaratılışı adeta lanetli canlı. (bkz: adem ile havva)

doğu'da bugün bile, bir erkek bir kız çocuk dünyaya getirdiğinde babaya 'neden bir tane çocuk yaptın?' diye sorulduğunu biliyor muydunuz? bu algının nasıl bir şey olduğunu tahayyül edebiliyor musunuz, ben edemiyorum. keşke edebilsem de kafam bu kadar karışmasa. hadi biraz daha geriye gidelim, kadınların çalışma, okuma, ülke yönetiminde söz sahibi olmadığı dönemlere. (daha önceleri de var tabi, skolastik çağ, viktorya dönemi, o dönemler sadece kadın için değil herkes için mantığa büründülemeyecek yapıya sahip olduğundan o kısımları geçelim.) kadınların çalışma hakkı kazandığı ilk yıllarda erkeklerden çok daha düşük ücret aldığını, herhangi bir işten çıkarılma durumu olduğunda ilk önce işten çıkarılanlar olduğunu biliyoruz. dönem modernizm, kapitalizm almış başını, kadın silik, çünkü kadın evde durmalı ve tüketime katkıda bulunmalı. kadın çocuk doğurmalı, ama çalışmamalı, evde durmalı. sürekli yeni koltuk takımları, yeni kıyafetler, deterjanlar şunlar bunlar almalı 'para' harcamalı. modernizmin kapitalizm ile kol kola girip kadını aşağıladığı, yok saydığı ve onu evine kapattığı bir dönemden geçtik biz heyhat! bu kadar da geriye gitmeyelim hadi, hâlâ tartışılacak çok şey var, o günlerden bugüne sadece olayın senaryosu değişti, kişiler aynı.

hadi yurtdışını da konuşmayalım, türkiye'den bahsedelim. bahsederken utandığım en büyük şey, kadına şiddet. ben utanıyorum o kadın şiddet gördüğünde. nasıl bir insanlık suçu biliyor musunuz, sırf fiziksel özellikleri sizden daha zayıf diye, bir kadının canını kast ederek 'dövmek'. her gün ama her gün en az iki haber çarpmıyor mu gözünüze? ha haber demişken bir de yavşak medya var, habertürk gazetesinin yaptığını hiç unutmam, unutmayacağım da; bir kadın sokak ortasında kocası tarafından öldüresiye dövülmüş, yerde kanlar içinde yatıyor. büyük puntolarla, hiçbir blur olmaksızın başlık atmış usta gazetecimiz 'nakavt' diye. eminim çevredekiler de tıpkı gazeteci gibi boks maçı niyetine izlemiştir, çünkü bu ülkede sokak ortasında öpüşmek tukaka iken, eşini tekme tokat dövmek normal bir şey, çekirdek al seyret evet di mi? sevgiye, aşka tahammülümüz yok ama şiddet görünce alkışlayıp gevşek espriler yapmaktan hiç imtina etmeyiz.

şiddet kadar vahim bir durum daha var: cinsel taciz. malesef ülkece o kadar dindarız ki, sırf dinin gereklilikleri diye bir kadınla el sıkışmazken bile, bir kadına 15 kişi tecavüz edebiliyoruz. öyle bastırılmışız ki, bu cinsel tatminsizliğimizi 13-14 yaşındaki çocuklara tecavüz ederek çıkarıyoruz. üstüne üstlük 'kendi rızası var' bile diyebiliyoruz. 13 yaşındaki bir çocuğun barbie bebeklerinin saçını sabah akşam taramaktan başka neye rızası olabilir? sokakta, otobüste, iş yerinde, okulda, ailesinin içinde cinsel tacize maruz kalan kadınları anlatmaya yüreğim el vermiyor. azıcık mini giyinmişse kadın o tacizi haketmiş oluyor, yaşadığı tacize de ses çıkarınca, bir şekilde ne kezbanlığı kalıyor ne de başka bir şey. (kezban meselesi hakkında da söyleyeceklerim var, o başka bir entry konusu)

sonra kadın okuyor, üniversitelerde iyi eğitim alıyor, toplumda varlığını hissettiriyor, hakkını arıyor çaaat oradan bir yafta geliyor: feminist bu feminist. ne acıdır ki kadınların aynı cinsine bile yapıştırdığı acı bir yafta bu. çünkü feminizm bilinmiyor, feminizm erkek düşmanlığı sanılıyor. feminist olan sanki, bıyıklı, şişman, gözlüklü çirkin bir kadınmış gibi algı yaratılıp, bir gün bir yerde kadın hakkında bir şey savunurken 'ama bakın ben feminist değilim' diye düzeltiyor kendisini. çünkü kadının başarılı olması sadece evlenip çocuk yapmasına bağlanıyor. dünyada kadının başka yapabileceği zilyon tane şey varken.

toplum kadına diyor ki, öyle yapacaksın, öyle giyineceksin, bu kadar doğuracaksın, ben istersem doğuracaksın da istemediğin bir bebeği. katil deniliyor kürtaj olmak isteyen kadına, diyorlar ki doğurduktan sonra ölürsen çocuğunu katil olmayacak mısın? hem o sıkı sıkıya bağlı olduğunuz dine, hem de bilime göre bebek ana rahminde zaten belli bir süreye kadar canlı bile değil, ruhu yok. sen böyle bir kadını nasıl katil olmakla suçlayabilirsin, tecavüz bebeğini doğurup, o akla mantığa sığmaz derece korkunç anı her gün bir bebeğin suratında görmesini, kendisinden, kendi doğurduğu çocuktan nefret etmesini mi beklersin? hem bebeğe hem de kadına yazık değil mi?

en nefret ettiğim başka bir durum, biyolojik olarak kadının her ay düzenli olarak gördüğü reglden utanan insanlar olmamız. bu bizim bedenimizin bir parçası, rutin bir olay ve doğal, bir o kadar da sağlıklı olduğumuzu gösteren bir şey. ancak marketten ped alınırken bile, o ped siyah bir poşete konur. hem de aceleyle kimse görmesin diye sanki. üstelik bunu yapan yine bir kadındır. bir gün artık sinirlendim ve kasiyere 'onu siyah poşete koymanıza gerek yok, siz utanabilirsiniz ama ben utanmıyorum' dedim. artık söylemekten sıkıldığım toplumsal normların tahakküm altına aldığı bu ve bunun gibi bir çok şeyi yaşaya yaşaya ve anlata anlata aşabiliriz. ivedilikle aşılması, kanıksanması ve normal olana dönüştürülmesi gerek. burada geleceğin anne ve babaları veya hali hazırda anne baba olarak en büyük rol bize düşüyor.

son olarak, ben bu kadar anlatmaya çalıştım ama hiç de o'nun gibi anlatamam. cemal süreya'dan geliyor bonus olarak:

bir kadını ortadan ikiye böl…
yarısı annedir,
yarısı çocuk,

yarası sevgili
yarası aşk..

duyanlar bunu bilmez,
görenler anlamaz bunu !

yarısı rivayettir,
yarası gece.

manuel fernandes

saniyede yirmidört kare
beşiktaş formasıyla gördükçe kahrolduğum futbolcu. son kasımpaşa maçından sonra şöyle bir şeyler demiştim, (bkz: #319946)
yine aynılarını diyorum ve ekliyorum; iyi futbolcudur, kötü futbolcudur orası değil benim derdim, kaderini tek bir adama bağlayan düşünceye isyan ediyorum. geçenlerde yine fernandes'in konuşulduğu bir programda denildi ki 'fernandes oynayınca takım iyi oynamayınca takım kötü' çünkü adam resmen canı isteyince oynuyor canı istemeyince oynamıyor gibi bir şey oldu artık. taraftarı, fernandes bu maçta oynasın diye dua ettirme durumuna getirenler utansın. vallahi nasıl bir kaosa sebep olduk, nasıl bir adama bel bağladık diye oturup dizlerini dövsün.

kartal sözlük

saniyede yirmidört kare
salt beşiktaş hakkında yazılmasının gereklilik/zorunluluk olmadığını düşündüğüm canım sözlük. ortak paydada hepimiz beşiktaşlıyız, sözlükteki tüm kadın, erkek, öğrenci, mühendis, öğretmen, avukat vb kimliklerimizden önce beşiktaşlılığımız geliyor. kendi alanımız veya onun dışındaki her şeyi yine ilk kimliğimiz olan 'beşiktaşlılık' perspektifinden bakarak yazıyoruz. bu bir politik olay olabilir, toplumsal olay olabilir, beşeri ilişki olabilir, olabilir de olabilir. elbette her şeyden önce beşiktaş konuşan, beşiktaş düşünen insanlarız mutlaka ancak hayatlarının beşiktaştan geri kalan kısımlarında da söylecekleri olan, birbirine öğretecek çok şeyi olan yazarlarız aynı zamanda.

unutulmayan çocukluk anıları

saniyede yirmidört kare
çocukluğun en güzel ve en hareketli yıllarında yaşanan ve üstünden yıllar yıllaar geçse bile hâlâ anlatılan, anlatıldıkça da gülünen anılardır. çoğu anıda en az 4 dikiş, 1 kol kırılması, 2 hırsızlık vakası, 2 yangın, cinayete teşebbüs [ybkz]swh[/ybkz] gibi fantastik olaylar vardır. o günlerde olayların içindeyken korkunç olsalar da bugün, keyifli sohbetin en yegane konu başlıklarıdır.

kiranı veremiyorsan kızını ver

saniyede yirmidört kare
(bkz: sussam gönül razı değil söylesem gg)

savaşın kadın üzerindeki en rezil etkilerinden sadece birisi, üstelik dolaylı olarak türk erkekleri de bu rezilliğe ortak oluyor. adaletini sikeyim dünya.

milleti ne olursa olsun, dini ne olursa olsun, burada problem alenen cinsel istismara uğrayan kadındır, çocuk gelinlerdir, 25 yaşındaki genç kızların çaresizlik adı altında 50 yaşındaki adamlara 'verilmesidir'. verilmek ne iğrenç bir kelimedir. üstelik hepsi 'güzel bir hayat vaadiyle' evlendirilip kuma olur. kuma olanların içinde üniversitede eğitim veren kadınlar da vardır, yani durum salt eğitimsizlikten kaynaklı değildir, savaşın krizini kendisine fırsat bilen 'uçkur' peşinde olan erkektedir tüm suç. bir de değer biçmiş pezevenk patates diye, utanıyorum ulan. bunlar insansa ben kendi insanlığımdan utanıyorum.
55 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol