confessions

kaptan

1. nesil Moderatör - - Moderatör -

  1. toplam entry 3113
  2. takipçi 1
  3. puan 90003

ayayorgi

kaptan
inancı Sömürenler Hangi Allaha Hesap Verecekler


ülke genelinde iktidardakilerin, bizlere, sanki Allaha iman etmiyormuş gibi davranıyor olduklarını artık hepimiz biliyoruz. Sanki kendileri Allahın gölgesiymiş gibi -asarsın kesersin- muhabbetlerine giriyorlar. Koca bir ili -gavur- diye nitelendirebiliyorlar. -Minareler süngümüz, müminler asker-, -bizim için laiklik asla amaç olamaz, olacaksa ancak araç olur, zaten hem Müslüman hem laik olunmaz, ya Müslüman olacaksın ya laik- diyerek açık açık Cumhuriyete kafa tutabilecek derecede -sözde koyu Müslüman- başbakanımız ve kabilesi, şey pardon kabinesi maşallah Allah Allah diye diye götürüyorlar. imana geldiler vallahi.

Yahu bizim Allahımız, bu hayattaki en büyük günahın kul hakkı yemek olduğunu yeryüzüne gönderdiği tüm kitaplarda zaten anlatmış. Sen hem Allahçıyım diye geçineceksin, hem kepçeyle götüreceksin, ya sorarım sana ve senin zihniyetinde ilerleyen tüm insanlara, aşağıda yazdıklarıma da hatta;

Sen öldüğün zaman hangi Allaha hesap vereceksin?

Tepeden tırnağa hepiniz inanç sömürüsü yapıyorsunuz. Aslında aşağıda bahsettiğim olaylardakilere de kızmamak lazım, bununla ilgili kılavuzu karga örneğiyle başlayan süper bir atasözümüz ile başlar, imam cemaat ilişkisiyle bitiririm. Uygun oldu aslında bu;

Zira kendini en baş imam sanıyor aslında, boş bakan insan.
Haydi yazıya geçelim o vakit.


Mumlu ip Almalı O Vakit

23 Nisan Hıristiyanlar, Müslümanlar, kısacası Allaha iman edenler için önemli bir gün. Ada ve Adalılar için de öyle. Aya Yorginin günü. Bu günle ilgili bugüne dek bir çok güzellikten bahsedildi ama eksi yanlarını okuduğum ya da gördüğüm olmadı hiç. Yazmalıyım diye düşündüm ve iki nokta tespit ettim, hem gelenlere, hem de gelenleri zor durumlara düşüren biz Adalılara.

insanoğlu var olduğundan beri doğasında olan bir şey, inanmak. Çok çaresiz kaldığı dönemlerde bir taşa, tahtaya hatta avlanıp beslendikleri hayvanlara bile inanmış insanlık. Gök gürlemiş, şimşek çakmış, -tanrıları kızdırdık- diye düşünmüş. Ama işin özünde her zaman inanmış. Ben de inananlardanım. Bu kâinatı ve bu düzeni, bu bir birine bağlı ve bir halkası olmazsa olmaz bütünü bir yaratıcının var ettiğine inanıyorum, en az bilime inandığım kadar.

Ama bu yaratıcının akıl verdiği insanların, azizlerden ya da ölmüşlerden dua yerine makaralı iplerle medet ummasına anlam veremiyorum arkadaş. Kimse kusura bakmasın. Neymiş efendim, patikadan tepeye kadar makara açılırsa, duan kabul olurmuş. Mumlu ip alalım o zaman? Yedi düvel çekse kopmaz mumlu ip, bilen bilir. Dileğimizi de garanti altına almış oluruz. Yahu inanç ve istek insanın içindedir. Sen yetim hakkı yiyorsan, çocuğunu dövüyorsan, harama el uzatıyorsan seni ip değil, gemi halatı gelse kurtaramaz ki, var mı böyle saçmalık.

Bu durumun skolâstik dönemde para karşılığı cennetten arsa satan Papalıktan ne farkı var. Bu işin özünü ve gerçeğini kimse anlatmıyor mu bu insanlara? şamanizmden kalma bu saçmalık nedendir? Ne demek çaput bağlamak, makara açmak? içine ediyorsunuz inancın bile kusura bakmayın! Ettiğiniz dualar da boşa gidiyor, doğaya zarar veriyorsunuz en başta.

inançlara saygım sonsuz, kimseyi inancı için eleştiremem ve eleştirene de karşı dururum bu çok açık ve nettir ama kusura bakmayın da bu inanmak falan değil.

Ucuna kırmızı kurdele bağlanmış dandirik bir teneke kime ev araba ya da çocuk verebilir? Eğer niyetinizi taçlandırmak istiyorsanız, Kilisedeki çıngıraktan almanız, mum yakıp dileğinizi bir de Tanrının huzurunda anlatmanız gerekir.

Bir Hıristiyan Ortodoks olarak bu yazıyı okuyanlara sesleniyorum, şayet Tanrıdan ve Aya Yorgiden bir dileğiniz varsa;

Ruhunuz ve bedeniniz tertemiz olmalı,
Patikanın başına geldiğinizde ayakkabılarınızı çıkarmalı ve tepeye kadar çıplak ayakla yürümelisiniz,
Beklentilerinizi, umutlarınızı yüreğinizin heybesinde seslendirmelisiniz,
Niyet etmeli ve tepeye çıkana kadar ardınıza bakmamalısınız,
Sükûnet içerisinde sadece Tanrıyı düşünmeli, asla konuşmamalısınız,

Bunun dışında yapılan her şey hurafedir, yazıktır, günahtır.


Fayton Karaborsa

Eskiden böyle değildi çok net hatırlarım. 23 yıllık Adalıyım, 3-5 yıllık değil. Ailem 70 yılı devirdi Adada, 30-40 yıl değil. Eskiden bir Adalı duruşu vardı. Kimse kimsenin hakkını yemezdi. Dinlerim hikâyeleri hala.

Bu 23 Nisan Adaya giden arkadaşlarımdan kimi görsem, fayton parasından ve faytonculardan yakınıyor. -Yok canım- diyorum ben de, -bizim faytoncularımız yapmaz-.

-Adam başı 10ar Lira aldılar, faytonlara 6şar kişi bindi, ben buna binmem diyenleri de o zaman bisiklet kirala hayret bir şey diye azarladılar- diyenlerin sayısı öyle çoktu ki, ben özür diledim bir Adalı olarak hepsinden.

Belli bir süredir Lunaparka gitmedim, o nedenle Meydandan Lunaparka gitmenin tarifede ne kadar bir ücretle sabitlendiğini bilmiyorum ama yanılmıyorsam 15 ya da 20 Lira olması lazım.

Biri bana mantıklı bir açıklama yapabilir mi, normal şartlarda 15-20 Lira olan ve tarifeyle sabitlenmiş fiyatları hangi yaklaşımla 3 katı kadar genişletebiliyorsunuz?

Bu hareket, fakir komşusunun kapısına erzak bırakan Adalıların hamurlarıyla yoğrulan Adalı kültürüne ne derece uyar? Bunu kim denetler? Ya da biri denetler mi? Ya da bizim mangal yürekli insanımıza yakışır mı böyle bir fırsat düşkünlüğü?

Adalara gitmesini ısrarla istediğimiz dostlarımız, bize bunları anlatıp -bu mu senin öve öve bitiremediğin Adan ve Adalıların- dediğinde yüzümüzün kızarması bir şey diyemememiz hiç mi bir şey ifade etmez?

Elektrikli faytonun Adanın kimliğini bozacağını söyleyen ben! Atların başını okşamadan, faytoncularla iki muhabbet yapmadan, o nal sesinin zil sesine karıştığını duymadan Ada Ada olmaz diyen ben! Buna tamamen karşı olduğumu her yerde söyleyen ben! Susuyorum sadece bu şikâyetler ve veryansınlar karşısında.

Tepeden tırnağa bir haller var ama hayırlısı olsun! üzüldüm, ne yalan söyleyeyim.

O eski günleri dinlemek yerine yaşamayı dilediğim güzel bir ilkbaharımız olsun.
Sonra da yazımız. Vicdanlarımıza ada rüzgârı, yüreklerinize ada mimozası dokunsun. Bir martının kanadında, bir simidin susamında güzel anılarımız olsun.

Dilerim ki o eski, o güzel günler, bir dost eli kadar yakın olsun.

ipsiz, çaputsuz, sadece mum yaktım dilerken.

metrobüs

kaptan
okunası bir yazı ve metrobüs!

kim ne derse desin, iyi düşünüldü. beni bilirsiniz ki akp, pardon, şimdi erdoğan alınır böyle yazdığım için, ak partiyi ideolojik olarak pek sevmem. doğdum doğalı, oldum olalı, her zaman muhalefet olsa da, atatürkün partisi olduğu için chpliyimdir. ama bu taraflı olduğum anlamına gelmez. ülke menfaatleri için çalışanların hakkını her zaman teslim etmişimdir.

metrobüs. istanbul için muhteşem bir ihtiyaçtır. hani kuş uçmaz kervan geçmez yerlere nasıl gideriz diye oluşan düşünceleri ortadan kaldırdığı gibi, klimalıdır. bunun dışında bir yerden bir yere gitmek için iyi bir basamaktır. onu da geçtim ben eskiden pahalı olduğu için deniz otobüsüne binemezken (öğrencisin bir yerde) kadıköye gidene kadar neler çektiğimi çok net hatırlıyorum. hani bildiğiniz aktarmalı sauna. süper bir zayıflama yöntemi. hele bir de dönüşünde iş saatine denk gelirseniz, otobüse binerken kapıda ayva ikram edilirdi.

ama bu metrobüs denen şey süper. Özellikle, trafiğin kilit olduğu zamanlarda, yanınızdaki araçlar size gıcık gıcık bakarken, siz gideceğiniz yere tereyağı gibi kayıyorsunuz ya, işte oraya bitiyorum. hızlı da.

amaa; iki tane yanlış yapıldı metrobüs kullananlara;

birincisi servet babanın da dediği gibi. (benim için çok önemli insanlardan biridir)

ilki; ben eskiden mecidiyeköye giderken, tek akbil basar, 70 kuruşa giderdim. şimdi ise mecidiyeköye gidebilmek için önce cevizlibağ arabasına binerken 85 kuruş basıyorum, sonra da çaktırmadan bir aktarma bedeli daha ödüyorum metrobüse binmeden önce. bu ne demek oluyor? kısaca açıklayayım;

70 kuruşa mecidiyeköye giderken, artık 1.06 tlye gidiyorum. yani, %50 zam. ana hatlarda buna gerek yoktu diye düşünenlerdenim. metrobüs bakırköyün merkezine kadar gelse, o zaman iş değişir ama, gelmiyor. gelmediği için de kısaca ben ekstradan para ödüyorum.

bundan da kısaca şu sonucu çıkarıyorum. dünyanın her yerinde toplu taşıma halk için yapılırken, burada toplu taşıma kesinlikle maddi çıkarlar göz önünde bulundurularak yapıyor.

mesela; bir yarımada içinde, iki adet yarımada da yaşıyoruz bizler. ilk yarımada türkiye, ikinci ve üçünü yarımada ise, istanbulun hem anadolu hem de avrupa yakaları. ama deniz ulaşımı ne ölçüde? neredeyse sıfır. ben bakırköyden ya da avcılardan, ya da yeşilköyden kabataşa geçebilmek için illa ki kara yoluna çıkmak zorundayım. ne olur yani bir vapur ya da denizotobüsü konulsa?

ama olmaz. az yolcu taşır belki. zarar eder sevgili ido.

ya her şeyi geçtim. ben sağlam beşiktaşlıyımdır, bilen bilir. bakırköyden her maça gittiğimde, en az 20 -25 kişi ile gidiyorum. sadece ben. sizce bakırköy ve çevresinden her maça 2-3 bin civarında taraftar geliyor mudur? geliyordur. peki bu taraftarlar otobüs ya da dolmuş ya da tramvayla gelmekten illallah etmiş midir? etmiştir. oraya saat başı deniz otobüsü koysan, dolar. taşar. para da kazanırsın, ama yok, bizim belediyemiz için -para kazanamama ihtimali- bile, denemek için büyük engel teşkil edebilir.

maç çıkışlarında millet deli dana gibi bakırköy diye seslenenlerin arabasına atlıyor. halbuki çıkış saatlerinde 2 deniz otobüsü koysanız, hem keyifle yolculuk ederiz, hem para kazanırsınız, hem bizler mutlu oluruz, hem sizler. ama diyorum ya, üçün beşin hesabı, denemekten bile alı koyuyor insanları.

maddiyat hizmetin önüne geçiyor kısacası.

aldığınız metrobüslere gelince, milyon dolarlık aletler, benim bisikletle çıktığım rampaları çıkamıyor ya çok gülüyorum. hem gülüyorum hem de acıyorum. inanın, kendime bile acıyorum. senin benim verdiğim vergilerle alınan metrobüsler, konserve niyetiyle saklanıyor.

acaba belediye çok para verdiği için kıyamıyor mu? ben öyleydim çocukken, bir kitap aldığımda uzun süre okuyamazdım yeni olduğu için. neyse.

konuya dönersek, keselerini çok güzel doldurdular sevgili milletim. hem de açık açık. senin cebinden aldılar, kendi ceplerine koydular. benim cebimden aldıklarını borsaya yatırdılar. seninkiyle rakı içtiler. kardeşininkiyle yeni ihaleleri yakınlarına ihale ettiler.

metrobüsü neden 3 elden aldığımızı da anlamadım. bu işi yapan firmayla anlaşma yapmak varken, sen kalkıyorsun 20 günlük bir türk firmasından alıyorsun. hem de yurt dışından aldığın fiyatın 3 katına.

ben -şehitler ölmez mi nah ölmez- dediğimde çok ufakta olsa bir kesim beni hainlikle suçlamıştı. o çocuklar takır takır gidiyor orada. ben o yazıyı yazalı kaç zaman oldu biliyor musunuz? neredeyse 1 yıl. 1 yılda 150ye yakın şehit daha verildi. ne değişti?

o sebepten ötürü ben yazarım, siz okursunuz. her şey -değişmez.-
sessiz günler birbirini kovalar. maaşlar erirken, zamlara ses çıkarılmaz.
üniversite öğrencileri bile ses etmez olur artık.
stefo da bu yazıyla -isyana teşvikle- suçlanır.
bu devran böyle gelmiş böyle gider.
bizler için söylenecek tek söz vardır bildiğim;

sahipsiz eşeğe semer vuran çok olur.

metrobüs kazığını ben gırtlağımda hissediyorum artık. nereden girdiğiniyse hiç karıştırmıyorum.

anlayana.

aşkta boyut değiştirmek

kaptan
evlilik sonrası aynı ortamda aşırı bulunma ile rüzgarlanmalar başlar...
diş macununun ortadan sıkılması...
çorapların sehpaya bırakılması...
ütülenmeyen gömlekler...
kısa gelen yorgan sonrasında hava bulutlanır...

kumanda kavgası ile çakan şimşeğin...
maç izlerken kırılan kaynana vazosu sayesinde şiddetlenmesi ile yağmur başlar...

ondan sonra kendini yağmur adam gibi kapının önünde bulursun...
aşkta nefrete dönüşür...
sonrasında görev, tarifeyi 2000den açan primus inter paresin bürosunda biter...

forzanarchy

kaptan
hakkında ilk yorumu yazdığım günden bu yana 3 ay geçendir...
allah razı olsun ki yanılmamışızdır...
yanıltmamıştır bizleri...
bu yüzden teşekkür ettiğimdir...
sözlüğün deli dumruludur...
bir bakmışsınız bir renklinin arkasına takılmış dövdü dövecek...
sezen aksu türk pop müziğinin minik serçesi ise şayet...
forzanarchy de kapalı tribünün minik kartalıdır...
dosttan ötedir...
kardeştir...
yüreğinde herkese yer vardır...
3 oda 1 salon yayılası gelir insanın içeride...
rahat hissedersin kendini, korur da çünkü...
en kötü gününde...
en iyi gününde...
en normal gününde yanında olduğum, olacağım, olmadığım gün öldüğüm gün olacak kardeşimdir...
sevilesidir...
sarılasıdır...

hurremsoultan

kaptan
kardeşinin biricik eşek sıpasıdır...
ikinci geleneksel kartal sözlük zirvesinde yediği gollere rağmen sevgim 1 gr azalmamıştır...
deli doludur yerinde durmaz ama utangaçtır aslında...
dışarıdan sert bişr kaya görünür ama...
kalbi yumuşacıktır aslında...
her şeye güler görünür ama...
içten ağlayıverir aslında...
bazen susar çeker gider ama...
delikanlı kızdır aslında...
bir paket çekirdeğini kişi başı birer tane düşene dek paylaşır...
yanındaki termosunun içinde her ne varsa herkes birer yudum alana dek rahat etmez...
canım kardeşimdir...
deli kardeşimdir...
güzel kardeşimdir...
saftoriğimdir...
hep var olmalıdır...
öpülesidir...

merhaba ben hürremsultan diyerek tanışamsı esnasına yaşadığım beyin tırıvırılanmasını gözlerimde görmüş olup hala da anlatmaktadır...
candır...

gulay

kaptan
her ne kadar tanışmasak da;

canımızın canı, canımızdan ötedir dediğim kardeşimdir...
inşallah tanışma fırsatımız olur...
buradan 535 km boyunca sevgi ve selam gönderdiğimizdir...

yakıyorsak aşkımızdan

kaptan
yakıyorsak aşkımızdan! yanıyorsak sevdamızdan!

ben genelde spor yazmam, arada dokundururum sadece, az çok bilirsiniz. ama yazmalıyım, nerede yayınlanacaksa yayınlansın, sonu ne olacaksa olsun yazmalıyım. eliniz kırılsın.

4 nisan 2009, günlerden cumartesi. Çocuksu bir heyecanla kalktım yatağımdan, dudağımın kenarına kondurmuştum uzun süredir kimsenin görmediği o gülücüğü. umutlu ve inançlıydım yıllar sonra, tıpkı babamın cebindeki son parasıyla bana rızanın formasını aldığı o çocukluk günlerimdeki gibiydi inancım.

ah bir bilseniz ne çok istedim o sabah bir çocuğumun olmuş olmasını. görmeliydi bu büyük tutkuyu. bu aşka şahit olmalı ve anlatmalıydı ileride çocuklarına, tıpkı benim ona anlatacağım gibi.

geliyordu denizin üzerinden bir kartal, kara mı kara, keskin mi keskin pençelerini açmış. inanmıştı kartal ve çocuklar inanmış.

tozlanan bayraklar raflardan çıkmış, semt kucak açmış aşkına, dizilmiş yollara on binler. ellerde meşaleler, yakmaya hazır bekliyoruz istanbulu.

aşkımız yakar aslında meşaleye gerek de yok da neyse.

Çocuksu bir heyecan dedim ya aynen öyle, heybemize umutlarımızı da koyup yol aldık semte doğru. kazan ın önünden geçerken yüreğim çoktan başlamıştı haykırmaya -cehennemde ateşinle kavur bizi- diye. yıldıza çıktığım o anı ise asla unutamam. yolun dört bir tarafı tutulmuş, çoluğu, çocuğu, genci yaşlısı, akıllısı delisi yediden yetmişe tümü beşiktaşını bekliyor. amaç gövde gösterisi yapmak değil ki zaten kimseye bir şey ispatlamaya niyetimiz olmadığı gibi gerek de hissetmiyoruz.

tek bir düşüncemiz var; taşkınlık yapmadan, kimseyi yormadan kırmadan, takımımıza şu mesajı vermek: -bakın çocuklar, yıllar sonra ilk kez bir umut doğdu yüreğimizde, umudumuz, düşümüz, bu yıl, geçen yıllar elimizden alınan şampiyonluklarımıza inat, hakemiyle, federasyonuyla, yayıncısıyla bile dişe diş gidip, sokak ağzıyla gidere gider yapıp, kralına posta koyup, şampiyon olun! Çünkü bizler bu ışığı gördük, işte inancımız, haydi! sizler de inanın!

alemin kralı geliyor tezahüratı dalga dalga yayılıyordu yıldızdan aşağıya, derken binlerce meşale yandı. o anı görmeliydiniz. dilek ablam, tribünün veletlerinden nartı da omzuna almış, uzun zaman sonra ilkerim yeminine tövbe edip gelmiş, güvenç, emre, melda, ferdi, talip, Özge, ulaş, onur, cem ve harun abi, neyzen baba ve daha nice kardeş, dost, abi. nice beşiktaşlı. yanıyordu istanbul. ama aşkımızdan. ve yanıyorduk, sevdamızdan. nikom da evde yanıyordu ateşten, göremedi o güzelliği ama olsun.

eşlik etmek istedik, ta ki polis 1 mayıs provasını üzerimizde tatbik edene kadar. havada uçuşan biber gazları, 1 metre ötede hiç bir şey yapmadan duran insana sıkılan tazyikli su, önüne gelene atılan uçan tekmeler, gencecik çocukların belinde esneyen coplar, ana, bacı, kardeş edilen küfürler.

ben celalettin cerrahın beşiktaşlılığından şüphe ediyordum zaten ama artık hiç inanmıyorum. ayrıcalık mı tanısın diye düşünenler varsa yazıyı da okumasınlar, benle de muhatap olmasınlar. ayrıcalık değil, adalet istiyoruz.

polis, her başımız sıkıştığında imdadımıza koşmakla yükümlü, milletin huzuru, refahı ve güveni için çalışan devlet görevlisi. yeri gelir şehit düşer bir karakolun köşesinde. yeri gelir emperyalistleri korurken bir kulübede ölür. teröristleri avlarken pusuya kurban gider. sivilken fark edilirse ağzı burnu kan revan içinde kalır. ben görevini gerçekten görevinin anlamına binaen yapan polis için canımı veririm. asker için de öyle.

amaaaa;

cumartesi günü gördüklerimi bir yere koyamıyorum. hazmedemiyorum. birini gözaltına alacaksan tutar kolundan götürürsün arkadaş. senin ekibin var, otobüsün var. kelepçen var. saçından tutup yerlerden sürüklemezsin, önüne gelene vurmak da neyin nesi? egolarınızı mı tatmin ediyorsunuz anamıza avradımıza bacımıza söverken? ki senin bana -lan- demeye bile hakkın yok. Çocukluğunda çok dayak yemiş ya da çok ezilmiş olan insanlar, belirli bir unvana kavuşunca, üniformanın ya da görevin verdiği güce dayanarak sebepli sebepsiz ezme politikası uygular. ergenlik ve gençlik döneminde hep onu koruyacak bir kalkanın hayaliyle yaşar: -polis olmalıyım evet! polis olunca kimse bana dokunamaz. Önüme geleni döverim. oh sefam olsun. şöyle döverim böyle döverim. biraz da yana çevirir döverim. biraz da mikrodalgaya koyarım.

sen devletin sana verdiği üniformaya güvenerek, çoluğun çocuğun olduğu yere biber gazı atarsan, sana -yapmayın, bakın taraftar stada gidiyor sadece- diyen adama 1 metreden tazyikli su sıkarsan, kadınını kızını, gencini yaşlısını itip kakıp bir şeyler yaptırmaya çalışırsan, ben sana da, senin amirine de, senin başına da, seni oraya getirene de zerre kadar güvenmem.

herkes aynı şeyi söylüyordu çıkarken;

155, polis imdat mıdır? yoksa; imdaat! polis mi?

amirin yanına soru sormaya gidiyorum, adam bana -Çık git sıkarım suyu- diyor. -neden biber gazı sıktınız- diyorum; -yanlışlıkla oldu- diyor. bu diyaloga olduğu gibi hemen ardından polisin yaptığı anonsa da herkes şahit oldu . maça 5 dakika kalmış, millet harıl harıl stada girmeye çalışıyor, panzerin ya da diğer emniyet araçlarının yanında tek bir taraftar kalmamış, anons yükseliyor: -bak beşiktaş taraftar grubu, dağılın yoksa yaralı vereceksiniz birazdan!-

terörist miyiz biz? sen maaşını benim cebimden kesilen vergilerden alacaksın, bir de ortada bir şey yokken -yaralı verdiririz- diye tehdit edeceksin! ne güzel istanbul be!

yaptıklarınızdan hiç mi utanmadınız? kimseyi yerme ya da övme politikam olmamıştır bugüne dek, olamaz da, ama Çarşının en delikanlı, en mantıklı adamlarından cem yakışkan, taraftarları stadın olduğu yere doğru yönlendirirken kendi gözlerimle gördüm. sonra da size doğru -taraftar size gelmiyor, neden su sıkıyorsunuz hala- demeye yeltendi ki, vicdansızca su sıkıp savurup attınız kırk küsur yaşındaki adamı. size karşı sadece elini açıp gelen insana bunu yapmak hangi yüreğe, hangi vicdana sığar?

ki bir isyanın resmidir artık onun panzerin karşısında ellerini açmış duruşu.

küçük çocuklar babalarına sizin için -baba biz onlara ne yaptık ki?- diyorlardı biliyor musunuz? bu çocuk bir gün yolda kaybolsa, kime gelecek yardım istemek içi?. düşünmeyecek mi -ben polis amcaya gidersem bana vurur mu ya da beni yakar mı- diye?

biz sadece sevdik. yaptığımız tek şey buydu cumartesi günü. ne sizi zor durumda bırakmak için geldik. ne kendimizi. ne çevredeki insanları ne de küçük çocukları. biri size amacınızı yanlış anlatmış. vurmak, kırmak, dövmek küfretmek midir bir insana laf anlatmanın şekli? yazık! ve yazıklar olsun! ilk anda yazsaydım hakaret de ederdim ama yok. değmezsiniz.

askere de bir çift sözüm var; gözü yanıp, kafası yarılıp, kolu bacağı kırılıp dolmabahçe sarayının avlusuna sığınan taraftarlara silah doğrultmak mıdır senin görevin?! eline silah verildi diye bu ülkenin koruyucusu mu sandın kendini? koruduğun yer, halkının canı yanmasın diye ömrünü feda eden bir liderin öldüğü yer! sen onun ruhi makamında, onun canından çok sevdiği halkına, sırf yardıma muhtaç olduğu için silah doğrultuyorsan, ben senin askerliğinden de, insanlığından da şüphe ederim. silahın ağzına mermi, halk yardım istediğinde değil, düşman üzerine geldiğinde verilir. atatürkün askerleri bunu yapıyorlar ama hainlere karşı. halka değil. bilmem anlatabiliyor muyum?

şerefli, görevini şevkle yapan emniyet mensuplarının 164. yıllarını kutluyorum. ancak o gün orada orantısız güç kullanan, üniformasının verdiği yetki yüzünden insanlıktan çıkmış olan ne kadar adam varsa hepsini 164 kez vicdanıyla baş başa bırakıyorum. vicdan muhasebesi bakkal defterlerinde tutulmuyor. yüreklerde yapılıyor. varsa. anlayana. tanrı biliyor.


yakıyorsak aşkımızdan. yanıyorsak sevdamızdan.

saygılarımla.

fiş

kaptan
okuma yazma öğrendiğimiz yıllarda kendine özel bir dosyası dahi olan cümle öbeklerinin küçük kağıtlara yazılmış hali...

örn:

ali ata bak...
emel eve gel...
ışık ılık süt iç...
koş ali koş...
kaya topu tut...
oya ip atla da kıçını görelim...
150 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol