yaz traşı olmuştur. [ybkz]swh[/ybkz]
http://tinyurl.com/cqg34u3
sandım ki "kuzey yıldızı", şavkı beni yaktı geçti.
bugün nihai karara bağlanacaktır.
"plân değil pilav isteriz" zihniyetinin neo-liberal süreçte "kentsel dönüşüm projesi" kurdelasıyla süslenerek işlediği soğukkanlı cinayet.
burada "plân" ve "proje" sözcükleri üzerinde biraz durmak gerekir. çünkü iki sözcüğün de temsil etmiş olduğu zihniyet birbirinden farklılık arzeder. plânlı kalkınmanın öncelikleri toplumun refahı, sağlıklı fiziki mekânların yaratılması ve gelecek kuşakların da bunlardan faydalanma hakkına engel olmama üzerine kuruludur. ortaya çıkan kentsel rant, o kenti oluşturan bütün paydaşlar arasında bölüşülür.[ybkz]swh[/ybkz]
ancak siz "plân" sözcüğünün yerine post-modern kapitalist kültürün gözde kavramlarından olan "proje"yi koyacak olursanız varacağınız iskelede sizi yakışıklı bir başka olgu karşılar: piyasa.(ne elinde çiçekler vardır. ne de kapınızda sırılsıklamdır. yine de şaşırmayın.) bu noktadan itibaren bu işlere girerken dikkate almanız gerekecek hususlar piyasanın tercihleri, piyasanın koşulları, piyasanın öngörüleri ve nihayetinde piyasanın çıkarları gibi tanımlamalarda kendisini gösterecektir. "kamu yararı" yerini "kâr" olgusu işgâl eder. artık doğal ve kültürel çevre ile ilgili hassasiyetler yartırımcının elde edeceği rantın miktarıyla doğru orantılı olarak artar ya da azalır. örneğin yatırımcı açısından iki derenin arasına toplu konut inşa etmek daha kârlıysa, yer seçiminde herhangi bir sorun olduğunu zannetmeyebilirsiniz.
milli görüş geleneğinden kopup gelen bir fraksiyonun yeni kapitalizmin temel parametreleriyle politik iktidar pahasına barışmakta sakınca görmeyeceğini bir noktaya kadar anlayabiliyorduk. ama herhalde hiçbirimiz de kapital piyasalarla bu kadar içli dışlı olacağını düşünmedik. ancak türk sağına özgü bir takım geleneksel kodlardan da tam anlamıyla sıyrılmış değiller. yaşanan ölümleri "mukadderat" kavramı üzerinden estetize etmek gibi.
toki için ayrı bir parantez açmak gerekecek galiba. "plân-programdan uzak" demeyeceğim çünkü öyle bir kaygıları bulunmamakta. ülkenin akıllarına esen her yerinde binalar yükselterek konut sorununa anlık çözüm bulmakla eleştirilirdi. son olaydan sonra gözüküyor ki bunda bile belli bir aşama kaydettiği söylenemez. çünkü her "projelerinde" denetim-kontrol ayağı eksik. (buraya dikkat. sel basan zemin katlar "proje"de sığınak olarak tanımlanmışken kapıcı dairesi olarak tahsis edilmiştir.) kafalarındaki tek şey, mümkün olan en kısa sürede inşaatları btirimek. açılışlarda yapılan konuşmalarda hükümet üyelerinin müteahhit firmaların sahipleriyle "proje" nin tamamlanacağı süre ile ilgili olarak şakalaştıklarına şahit olursunuz. öngörülenden daha kısa sürede bitirme sözü alınırsa o meydanda kuvvetli bir alkış kopar. yapı denetimi, jeolojik ve geoteknik verilerin incelenmesi "çabuk iş bitirme" yi sekteye uğratacaktır. iş çabuk biter ve siz vatandaşlarınıza o evlerin(?) anahtarlarını kendi ellerinizle teslim edersiniz. ve artık gidene tabut, kalana zabıt tutmayı kanıksar hâle gelirsiniz.
amaaan benim ki de lâf. afet işte. karadeniz'de sık sık oluyor.
burada "plân" ve "proje" sözcükleri üzerinde biraz durmak gerekir. çünkü iki sözcüğün de temsil etmiş olduğu zihniyet birbirinden farklılık arzeder. plânlı kalkınmanın öncelikleri toplumun refahı, sağlıklı fiziki mekânların yaratılması ve gelecek kuşakların da bunlardan faydalanma hakkına engel olmama üzerine kuruludur. ortaya çıkan kentsel rant, o kenti oluşturan bütün paydaşlar arasında bölüşülür.[ybkz]swh[/ybkz]
ancak siz "plân" sözcüğünün yerine post-modern kapitalist kültürün gözde kavramlarından olan "proje"yi koyacak olursanız varacağınız iskelede sizi yakışıklı bir başka olgu karşılar: piyasa.(ne elinde çiçekler vardır. ne de kapınızda sırılsıklamdır. yine de şaşırmayın.) bu noktadan itibaren bu işlere girerken dikkate almanız gerekecek hususlar piyasanın tercihleri, piyasanın koşulları, piyasanın öngörüleri ve nihayetinde piyasanın çıkarları gibi tanımlamalarda kendisini gösterecektir. "kamu yararı" yerini "kâr" olgusu işgâl eder. artık doğal ve kültürel çevre ile ilgili hassasiyetler yartırımcının elde edeceği rantın miktarıyla doğru orantılı olarak artar ya da azalır. örneğin yatırımcı açısından iki derenin arasına toplu konut inşa etmek daha kârlıysa, yer seçiminde herhangi bir sorun olduğunu zannetmeyebilirsiniz.
milli görüş geleneğinden kopup gelen bir fraksiyonun yeni kapitalizmin temel parametreleriyle politik iktidar pahasına barışmakta sakınca görmeyeceğini bir noktaya kadar anlayabiliyorduk. ama herhalde hiçbirimiz de kapital piyasalarla bu kadar içli dışlı olacağını düşünmedik. ancak türk sağına özgü bir takım geleneksel kodlardan da tam anlamıyla sıyrılmış değiller. yaşanan ölümleri "mukadderat" kavramı üzerinden estetize etmek gibi.
toki için ayrı bir parantez açmak gerekecek galiba. "plân-programdan uzak" demeyeceğim çünkü öyle bir kaygıları bulunmamakta. ülkenin akıllarına esen her yerinde binalar yükselterek konut sorununa anlık çözüm bulmakla eleştirilirdi. son olaydan sonra gözüküyor ki bunda bile belli bir aşama kaydettiği söylenemez. çünkü her "projelerinde" denetim-kontrol ayağı eksik. (buraya dikkat. sel basan zemin katlar "proje"de sığınak olarak tanımlanmışken kapıcı dairesi olarak tahsis edilmiştir.) kafalarındaki tek şey, mümkün olan en kısa sürede inşaatları btirimek. açılışlarda yapılan konuşmalarda hükümet üyelerinin müteahhit firmaların sahipleriyle "proje" nin tamamlanacağı süre ile ilgili olarak şakalaştıklarına şahit olursunuz. öngörülenden daha kısa sürede bitirme sözü alınırsa o meydanda kuvvetli bir alkış kopar. yapı denetimi, jeolojik ve geoteknik verilerin incelenmesi "çabuk iş bitirme" yi sekteye uğratacaktır. iş çabuk biter ve siz vatandaşlarınıza o evlerin(?) anahtarlarını kendi ellerinizle teslim edersiniz. ve artık gidene tabut, kalana zabıt tutmayı kanıksar hâle gelirsiniz.
amaaan benim ki de lâf. afet işte. karadeniz'de sık sık oluyor.
twitter ortamında paylaşılmaya başlanan şöyle bir çalışmaya da sahne olmuştur.
http://tinyurl.com/cmtoma7
http://tinyurl.com/cmtoma7
kasımpaşa ile transfer görüşmelerinde bulunmak için türkiye'ye geldiği söylenen isveçli kaleci.
manchester city ile anlaştığı yönünde haberler gelen hollandalı hücum oyuncusu.
istanbul'a gelmiş olup, yarın beşiktaş'ın avusturya kampına katılacaktır.
geride bıraktığımız sezonu maccabi'de geçiren "baby shaq" lakaplı sofoklis schortsanitis ile üç yıllık anlaşmaya varan kulüp.
zeljko obradovic sonrası panathinaikos'un yeni koçu olmuştur.
yarın akşam saat 22.00'de bjk tv'de "söz başkanda" isimli programa katılacaktır.
ronny johnsen ve stefan kuntz da bu gruba dahil edilebilir. hatta kuntz'un durumu daha çarpıcıdır. 34 yaşında arminia bielefeld'de transfer olarak beşiktaş'a para kazandırmıştır.
kendi tanımını kendi dışında arama hastalığına kapılan lacivertim mavim.
"olanlar oldu artık afsunuma
kendi gücümle kalakaldım"[ybkz]swh[/ybkz]
lâtinlerde kutsaliyet sembolü "genius" olarak adlandırılır. bu çerçevede genius, doğum anında her insanın koruyucusu konumundadır. (b: giorgio agamben), bu sözcüğü kişinin tüm varlığını ifade eden ve ona hâkim olup yol gösteren bir ilke olarak ifade eder. bu kutsaliyet sembolü bize en yakın ve en özel alandır. onu memnun kılıp sakinleştirmek, hayatın her anında ve her alanında istediği her şeyi vermek, ona meyledenler için normal olanı işaret eder.
yeryüzündeki pek çok futbol takımı gibi beşiktaş da kendisine gönül verenler açısından bir nevi genius hükmündedir. evinin duvarlarından oturma grubuna; giydiği kıyafetlerden sevidği insana ve hatta hayatı anlamlandırış şekline kadar yaşamının merkezine siyah ve beyazı koyanlar, en azından sportif sınırlar dahilinde beşiktaş'ın kendilerinden istediğini yine beşiktaş'a vermekte tereddüt etmezler. başka bir deyişle beşiktaş'ın gereksinimi birdenbire bizlerin gereksinimi hâline gelir.
eğer bir kış günü açık tribünde "gerçekten" üşümemeniz için siyah beyaz atkıya ya da polara ihtiyacınız varsa her çeşit atkının yahut poların aynı işlevi göreceğini söylemek faydasızdır. eğer o çubuklu forma olmadan o atmosferi yaşamaya değmezse, o çınarlı yoldan yürümeden inönü stadı'na ulaşamayacakmışsınız gibi geliyorsa, bunların takıntılardan ibaret olduğunu, artık büyüyüp olgunlaşmanın gerektiğini tekrarlayıp durmak hiçbir işe yaramaz.
agamben'in siyah genius ve beyaz genius ayrımına bulunacağımız atıftan yola çıkarak bir beyaz beşiktaş bir siyah beşiktaş portresi çizmek mümkün. beyaz beşiktaş, masum ve lekesiz. siyah beşiktaş, karanlık ve gizemli. soru: değişen beşiktaş mıdır yoksa bizlerin kendisiyle kurduğu ilişki mi? galiba bana göre her ikisi de birbirinden besleniyor.
peki neden böyle oldu?
sadece kendisine ve yaptığı işe odaklanan bir beşiktaş ve beşiktaşlılık vardı. başkalarının ne yaptığı onu/onları ilgilendirmezdi. bizzatihi onun ne yaptığı önem arz ederdi. dolayısıyla beşiktaş'ın yahut beşiktaş'ı tutanların farklılığı bir rekabet ve yarışma sonucu ortaya çıkmamıştı. bu farklılık beşiktaşlıların yapıp etmelerinin sonucu olan doğal bir farklılıktı. bilhassa 2000'lerden sonra gidişat tersine seyir izledi. kitle iletişim araçlarının rekabet dünyasına eklemlediği bir beşiktaşlılık algısı sardı tüm çeperleri. artık farklı olmak doğal bir sonuç değil, varılması gereken bir amaç şeklini aldı. kendinde olan bir etkinlik kendisi için olan bir etkinliğe dönüştü. farklılık emek gerektirir. vitrin emeği gizler.
soluğumuz her yana tanış, bir bize yabancı?
kendi gücümle kalakaldım"[ybkz]swh[/ybkz]
lâtinlerde kutsaliyet sembolü "genius" olarak adlandırılır. bu çerçevede genius, doğum anında her insanın koruyucusu konumundadır. (b: giorgio agamben), bu sözcüğü kişinin tüm varlığını ifade eden ve ona hâkim olup yol gösteren bir ilke olarak ifade eder. bu kutsaliyet sembolü bize en yakın ve en özel alandır. onu memnun kılıp sakinleştirmek, hayatın her anında ve her alanında istediği her şeyi vermek, ona meyledenler için normal olanı işaret eder.
yeryüzündeki pek çok futbol takımı gibi beşiktaş da kendisine gönül verenler açısından bir nevi genius hükmündedir. evinin duvarlarından oturma grubuna; giydiği kıyafetlerden sevidği insana ve hatta hayatı anlamlandırış şekline kadar yaşamının merkezine siyah ve beyazı koyanlar, en azından sportif sınırlar dahilinde beşiktaş'ın kendilerinden istediğini yine beşiktaş'a vermekte tereddüt etmezler. başka bir deyişle beşiktaş'ın gereksinimi birdenbire bizlerin gereksinimi hâline gelir.
eğer bir kış günü açık tribünde "gerçekten" üşümemeniz için siyah beyaz atkıya ya da polara ihtiyacınız varsa her çeşit atkının yahut poların aynı işlevi göreceğini söylemek faydasızdır. eğer o çubuklu forma olmadan o atmosferi yaşamaya değmezse, o çınarlı yoldan yürümeden inönü stadı'na ulaşamayacakmışsınız gibi geliyorsa, bunların takıntılardan ibaret olduğunu, artık büyüyüp olgunlaşmanın gerektiğini tekrarlayıp durmak hiçbir işe yaramaz.
agamben'in siyah genius ve beyaz genius ayrımına bulunacağımız atıftan yola çıkarak bir beyaz beşiktaş bir siyah beşiktaş portresi çizmek mümkün. beyaz beşiktaş, masum ve lekesiz. siyah beşiktaş, karanlık ve gizemli. soru: değişen beşiktaş mıdır yoksa bizlerin kendisiyle kurduğu ilişki mi? galiba bana göre her ikisi de birbirinden besleniyor.
peki neden böyle oldu?
sadece kendisine ve yaptığı işe odaklanan bir beşiktaş ve beşiktaşlılık vardı. başkalarının ne yaptığı onu/onları ilgilendirmezdi. bizzatihi onun ne yaptığı önem arz ederdi. dolayısıyla beşiktaş'ın yahut beşiktaş'ı tutanların farklılığı bir rekabet ve yarışma sonucu ortaya çıkmamıştı. bu farklılık beşiktaşlıların yapıp etmelerinin sonucu olan doğal bir farklılıktı. bilhassa 2000'lerden sonra gidişat tersine seyir izledi. kitle iletişim araçlarının rekabet dünyasına eklemlediği bir beşiktaşlılık algısı sardı tüm çeperleri. artık farklı olmak doğal bir sonuç değil, varılması gereken bir amaç şeklini aldı. kendinde olan bir etkinlik kendisi için olan bir etkinliğe dönüştü. farklılık emek gerektirir. vitrin emeği gizler.
soluğumuz her yana tanış, bir bize yabancı?
---------------alıntı---------------
ne olduysa yaz günü kısa filmin içine düştüm. gümüşsuyu'nda, camîînin sokağında, minicik, sarı kafalı, "feda" formalı bir çocuk gördüm. şortu ve spor ayakkabısı da vardı. yeni alındığı belli beşiktaş topu ile oynuyordu. durdum. paslaştık biraz. birden topu eline alıp bir şey dedi. "efendim?" dedim. "ayaba" dedi. araba gelince duruyormuş. araba geçti. biraz daha oynadık. yalnız gayet yetenekliydi topla. efe imiş adı. "hadi inşallah kavuşursun çim sahalara" dedim içimden...[ybkz]swh[/ybkz]
---------------alıntı---------------
oğlum sarı...
ne olduysa yaz günü kısa filmin içine düştüm. gümüşsuyu'nda, camîînin sokağında, minicik, sarı kafalı, "feda" formalı bir çocuk gördüm. şortu ve spor ayakkabısı da vardı. yeni alındığı belli beşiktaş topu ile oynuyordu. durdum. paslaştık biraz. birden topu eline alıp bir şey dedi. "efendim?" dedim. "ayaba" dedi. araba gelince duruyormuş. araba geçti. biraz daha oynadık. yalnız gayet yetenekliydi topla. efe imiş adı. "hadi inşallah kavuşursun çim sahalara" dedim içimden...[ybkz]swh[/ybkz]
---------------alıntı---------------
oğlum sarı...
tribündeki ilk beşiktaş maçını erdem ulus ile birlikte izlemiştir. heyecandan yerinde duramayan hâlleri dün gibi aklımda. huzur içinde yat.
önümüzdeki sezon antalya büyükşehir belediyesi forması giyecek olan, türk basketbolunun sembol isimlerinden necati güney'in oğlu. diğer yazmak istediklerim açılış girisinde yazılmıştır.
edit: necati güney nereden çıktı yahu. necati güler idi kastettiğim. o da murat can güler ile sinan güler'in babası. piii devreler yandı iyice. [ybkz]swh[/ybkz]
edit: necati güney nereden çıktı yahu. necati güler idi kastettiğim. o da murat can güler ile sinan güler'in babası. piii devreler yandı iyice. [ybkz]swh[/ybkz]
rus takımlarından rubin kazan'ın kendisi için resmi teklif sunduğu konuşulan orta saha oyuncusu.
2012 londra yaz olimpiyatları'na katılım için oynanan ve porto riko'nun ürdün'ü 93-52 mağlup ettiği maçı 9 sayı 5 asist ile tamamlayan oyun kurucu.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?