gözlerim dolarak okudum bu gün bir babayı, babasını anlatan mahir ünsal eriş'in sana nasıl üzüldüğünü anlatmaya çalışması.
"Kafanı şişirdim kusura bakma. Hayır haberin, bıyıkları gülen yorgun yüzün gibi ısıtsın içimizi. İyi ol, dert sahibiyiz zaten."
--spoiler--
Muhterem babacığım,
Kendi öz babamı çok severim ben, tanısan sen de seversin. Serttir, uzaktır ama temiz kalpli, içli, insan iyisi de bir adamdır. Kardeşim de ben de tipsiz adamlarız; bize hiç bırakmamış, yakışıklı mı yakışıklı adamdır. Bir güldü mü, ki çatık kaşlı heriftir, günün ışıklanır, yaz geldi sanırsın. Tersi de fecaattir, ama sana “baba” dememe bozulmaz. Çocukluğu babasız, gençliği üvey babalı geçtiğinden, kime “baba” denip kime denmeyeceğini iyi bilir çünkü.
Çok vaktini almayayım, yorgunsundur da, kafanı açmadan çok, bir iki bir şeyler anlatayım azıcık. Orhancıyız biz, yanlış anlama. Arkadaşlarım da, ailem de Orhan’dan doğru kederlenip, Orhan’ın kalemince neşelenmeyi bilir, onu dinleriz ekseri. Seni ve Ferdi Baba’yı başka bir yere koyarız, elimizi göğsümüze basıp hafifçe öne eğilerek hürmet ederiz, bir sürü şarkınızı ezbere bilir, bir yerde çaldı mı hemen içine gireriz. Ama dilimiz Samsunlunun diline daha yatkındır, kınama, bizde dalavere yok, açık açık söylüyorum. Orhan’ın kaseti alınır, senin Ferdi’nin sesi konu komşuda duyuldu mu kulak kabartılırdı. O zamanlar öyleydi yani. Camlar bardak olup, köprülerin altından sular akıp gidince haller vaziyetler değişti şimdi tabii. Ama bunları bırakalım, benim anlatacağım başka.
Ben biraz hayta cinsi bir evlattım hep. Hâlâ da alkışlanacak bir evlatlığım görülmüş değil, eller fezada yurt edindi. Bütün okul arkadaşlarım bir yerleri kazanıp gittiler, yapayalnız kaldım memlekette. Dedim, önüme ne çıkarsa, koşa koşa gideceğim. Hepsi, kalabalık ve neşeli öğrenci evlerinde hayat biriktirirken ben oturacak değilim. Yazdım şehir dışında bir yeri, bir altı-yedi saat mesafesi var bizim ordan, kazandım ben de ek mek demeden. Kalktım, gittim, yerleştim. Millet okumaya gitmişti, ben evden köyden aralanma derdindeydim. Herkes okuyacağı okula gelmişken ben okumayacağım okula geldiğimden salladım okulu. İlk dönem bir türlü ısınamadım diye gitmedim, ikinci dönem ilk dönem gitmediğim için tanımazlar, dışlarlar diye gitmedim. Öyle kaldı okul. Ben de kaldım. Sonra nerden düştüyse aklına, annem doldurdu muhakkak, kalkıp beni ziyarete gelesi oldu babam. “Yahu,” dedim, “baba, yapma. Lise mi burası? Gelip öğretmenimle devamsızlığımı mı konuşacaksın? Gülerler adama.” Tutuştum; gelirse benim vaziyetler çıkacak ortaya. Kalkıp gitse okula, “Bizim oğlanın adı sanı şu, bir bakıverin bakalım durumlarına,” dese, öldüm bittim demektir. Yıkar o okulu, beni de enkazına gömer. Gelmesin istiyorum, işliyorum da inceden inceden, “Utandırma beni baba,” diyorum, “ilkokul mu burası? Veli toplantısına mı geliyorsun?” falan filan. Bir süre unuttu gelmeyi. Pek telefonla da konuşmazdık o zaman, ergenler babalarıyla konuşamazlar zaten pek; tutuk, kısa, aralıklı ve ihtiyaca müteallik konuşmalar yapıp kapatırdık. Öyle öyle derken unutturdum bu gelme meselesini. Bana öyle geliyormuş meğer.
Bir sabah, o kalabalık öğrenci evlerinden birinde, devrik şişeler, dolu küllükler arasında, kapının alacaklı gürültüsüne uyandım. Kapıdaki her kimse, durum acil belli; ha babam vuruyor. Sanırsın ki kapının önüne arkası dönük eşek bağlamışlar, o huysuzlanıyor. Kafam kalorifer kazanı kadar olmuş zaten, zoraki kalktım. Yahu ne içtik biz dün gece sahi, bu bira ağrısı değil, rakı desen bu kadar baş ağrıtmaz, şarap mı açtık acaba en son? Kapıda Yalçın, mühendislikten bir çocuk. Şaşırdım. “Hayırdır Yalçın sabah sabah?” “Ne sabahı oğlum, saat iki,” diye terslendi, “baban gelmiş, beni aradılar, Ezgi Kafe’de oturuyormuş, seni bekliyormuş kaç saattir.” Yalçın suratıma tükürdü sanki. Neye uğradığımı şaşırdım. Korkunun soğuk kaması karın boşluğumdan içeri girdi hart diye. Neden geldi? Ne zaman geldi? Hani gelmeyecekti, öyle anlaşmıştık, ikna olmuştu? Daha dün para gönderdi, niye geldi ki bugün? Elim ayağıma dolaştı. Ürktüm. Tamam, yakınlarda ev telefonu olan bir Yalçınların ev var, onu anladık da, telefonla çağırtacak kadar fena mı ki durum? Acaba okula gitti mi? Okula gitmediğimi, hocaların beni yolda görse tanımayacaklarını, gönderdiği harçları, harçlıkları Afrika Birahanesi’nin, Muhabbet Olsun’un tuvaletine işediğimi öğrendi mi acaba? Apar topar giyinip, paldır küldür çıktım evden. Yüzüme soğuk, metal bir maske kapattılar sanki apartmandan çıkınca, ayazla bir. Korkudan dudaklarımın uyuştuğunu hissettim. Sert adam babam, tersi de pis mi pis. Ezgi Kafe’nin kapısında görür görmez yerinden doğrulup, beni oracıkta ayağının altına alsa, tillahı gelse alamaz elinden o dakikadan sonra. Kuvvetli de, mindere sırt çalmışlığı var, güreşmiş etmiş zamanında. Kuvvetli olmasa ne ki hem, on yedi yaşında, kız çocuğu gibi ergen halimle babamla mı güreşeceğim üniversiteden enteller, solcular ve karşıdaki SSK’ya ilaç yazdırmaya gelmiş ihtiyarlarla dolu kafede? Suç benim ama, okumayacaksan okuma değil mi? Niye masrafa sokuyorsun gariban adamı? Masrafın lakırdısını edeceğinden de değil, ama üniversite mezunu adam bekliyorlar evde, bir çeşit eksiliyor akşam yemekleri sen okudukça. “Olsun,” diyorlar, “okusun da, biz kuru ekmeğe razıyız.” Sen ne yapıyorsun? İç baba, vur baba, yat baba, gez baba; ipin kuşağına denk… Öyle hayat mı var be, işçi çocuğusun sen! Çekeceksin şimdi. Gidip o kafenin ortasında tekmeyi beline beline yiyeceksin, sonra da tası tarağı toplayıp memleketine döneceksin. Artık sanayide bir zanaat mı kavrarsın, rıhtımlara küspe süpürmeye yevmiyeye mi gidersin, tövbekâr olur namaza, niyaza mı karışırsın, orası senin bileceğin iş.
Dolmuşla bile dura kalka yirmi-yirmi beş dakikada gidilen evden Ezgi Kafe’ye, sanki saniyeler içinde vardım. İşte hayata dair bir ipucu, çabuk varmak istiyorsan korkarak gideceksin, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsun. Cama içeriden yansıyan suretini gördüm babamın uzaktan. Trafonun arkasına saklanıverdim gayriihtiyari. Önce bir hazırlamam lazımdı kendimi. Niye geldi ki şimdi bu adam durup dururken? Hiç mi işi gücü yok? İzin gününde kalkıp o kadar yol geldin de ne oldu, bunları öğrenmeye mi geldin yani? Ne gereği vardı şimdi? Korkuyordum. Öğrenmiş olduğundan emindim. “Ulan it, dişimizin kovuğundan, karnımızın oyuğundan artırıyoruz sana gönderiyoruz, sen burda dudak bulamasan bardak öpüyorsun, biz miyiz ulan memleketin enayisi,” diye üstüme yürüyeceğinden, “senin gibi evladın tohumunu…” deyip kalaylayacağından hiç şüphem yoktu. Benim asıl bozulduğum, bütün bunların elin âlemin önünde seyirlik olmasıydı. Dövsün ağız burun, çarşı karışsın. “Benim seninle işim olmaz artık,” deyip bir okkalı tükürüp gitmesinden iyidir. Dövmesine dövsün de, şu kalabalığa bir şey yapamıyor muyuz? Bak şurası okul, onun bahçesine gidelim çıkışta buluşmuş sınıf horozları gibi, ağzımı burnumu kır, ama böyle kafede, böyle uluorta…
Tuhaf ama kaşları çatık değildi. Hatta tanımasam, kızgın bile görünmüyor derdim. Belki de saatlerdir öylece oturup beni beklerken azıcık öfkesi dinmişti. Ama beni görür görmez gene alevlenecekti. Kendimi yüzündeki iyiliğe aldanmayayım diye ikaz ettim. Trafonun arkasından çıkıp yürüdüm. Telefon kulübesini de geçince tüm varlığımla ortaya çıkmış olacaktım. Babamın beni fark ettiği andaysa hayati geri sayımım başlayacaktı. Leoparın gözüne ilişivermiş talihsiz ceylan gibi ortada kalakalacaktım. Ve en ufak bir hatamda babam yerinden bir depar kaldıracak, saniyeler içinde sağrımda bitip beni boynumdan dişleyecekti. İlerleyip kulübeyi geçtim.
Babam, elinde sigarası, önünde neskafesi, masanın bir kenarına dörde katlanıp konmuş gazetesiyle kımıltısız oturuyordu. Sarışın yakışıklılığı, kaşlarını çatmadığında bile ürkütücü duran ciddi ve uzak ifadesiyle, dimdik oturuşuyla, az önce bitmiş bir heykel gibi görünüyordu. Kareli, bej gibi, taba gibi ceketini giymişti, yeterince yakışıklı değilmiş gibi. Ezgi Kafe’nin kapısını açıp içeri geçtim. Sigara, nefes, sucuk ve çay kokan sıcak hava kapının aralığından serine kaçtı ben girerken. Bütün kafalar bana çevrilecek, Ezgi Kafe’de günün meselesi olmuş olan o meşum cenabet içeri girdi diye herkes, saatlerdir bekleyen şu adamcağız için bir oh çekecek, bana lanetli bakışlar kusacaktı. Kimsenin umrunda olmadı ama. Yalnızca, o anda tesadüfen kasada oturan Erkan, içeri giren temiz havaya şöyle bir kafasını çevirdi, o kadar. İçeride Tıp’ta okuduklarını bildiğim iki tiyatrocu kız, altılı kuponu yapan, eğitimden bir çocuk ve iki masa ihtiyar vardı. Babamın olduğu tarafa, cam kenarına doğru döndüm. Kafamı yerden, babamla göz göze gelene kadar yavaş yavaş kaldırdım. Babam gülümsüyordu. Evet, babam gülümsüyordu; delirdi herhalde. Adama kafayı çizdirdim işte en sonunda. Yok, basbayağı gülüyordu. “Gel bakalım kaçak!” dedi, karşısındaki sandalyeyi gösterdi; vahiy inmiş gibi, bilitaat oturdum. Hâlâ gülümsüyordu, koşa koşa ölüme gelmiştim, adam manyak herhalde, karşıma geçmiş o güneşler açtıran gülüşüyle sırıtıyor her şey iyiymiş gibi. İnsanlara ölürken görünen melek bu herhalde, en son gördüğün insanın suretine girip geliyor demek ki. Bir an, acaba öğrenmemiş olabilir mi rahatlığıyla içim ılıdı, bu rahatlığa alışamadan lafa girdi babam. “Niye gitmedin okula hiç? Bir sorunun mu var?” diye sordu. Babaların bu pozuna da hastayım. Arkadaş olmaya çalışıyor benimle hesapta. Versene şurdan, bir tane 2000 yakayım senin paketten desem, üstüme yürüyecek halbuki; öyle arkadaşlık mı olur anasını satayım? Hiçbir şey demedim. Ne diyeyim ki zaten? “Baba ya, yanlış anlama da ben evden çıkayım diye geldim buraya, entellik etmeye, içmeye, gezmeye, itlik peşinde koşmaya. Okul mokul zerre umrum değil. Karışan görüşen yok, harçlık da düzenli, sen olsan gelmez misin?” Sustum. Hulusi Kentmen’e yakalanmış Tarık Akan gibi kalakalmıştım. Ben susup önüme bakınca o da sürdürmedi. Kahvesini bitirip sigarasını küllüğe o her zamanki nizami hareketleriyle bastıktan sonra, “Hadi,” dedi bana, “nerdeyse eşyan, gidip toplayalım. Evimize dönelim.” En azından insaflı adam, demek ki sinirini dondurup memlekete dönmeyi bekleyecek, vardığımızda da o öfke kendi sıcağından buzunu çoktan eritmiş olacağı için cezamı evde kesecekti. Belki de banyoya kilitleyip aç bırakırdı günlerce. Dövüp dövüp ertesi sabah kömür ocağına hamaliyeye gönderirdi belki. Belinden kemerini çıkarıp dövse yeri, evlat değil bedduayım çünkü, çocuk değil çıyan, sarı çıyan. “Tamam,” dedim, kalktık. On bir kahve parası ödedi babam çıkarken.
Ailemden gizleyebileceğim ikinci bir hayatım bile var, o kadar büyümüşüm bana sorsalar, on yedi yaşındayım halbuki, sinnirüşdüme bile vuslatım yok daha. Ama sevgilim var, onun evinde kalıyorum yurttan atıldığımdan beri. Yurttan atıldığımdan da haberleri yok. Kalktık kızın evine gittik bir taksiyle, ne kadar neyim varsa topladım tıktım valizlere, kızla sarıldım sarmaştım, vedalaştım, ayrıldım. Aşağıda bekledi babam. Ben inince yüklendik valizleri, garajın yolunu tuttuk. Korkudan ölmek üzereydim. Uyandığımdan beri, uyuyor olmayı yeğleyeceğim kadar zorlu bir kâbusun içindeydim. Cezamın infazı kafede gerçekleşmeyince çile sünmüştü. Şimdi altı-yedi saatlik yol boyunca, varınca yiyeceğim köteğe dertlenecek, korkudan isilik dökecektim. Paçalarım alev almıştı. Babam, korkuma kat verecek derecede sakindi. Buraya gezmeye gelmişiz de dönüyormuşuz gibi tabii ve rahat davranıyordu. “O ağırsa onu bana ver, bu hafif… Durak var mı yakınlarda, biliyorsundur buraları… Bak çamur orası, burdan yürü…” Garaja vardık, biletleri aldık, bagajları verdik, otobüsü beklemeye koyulduk.
Yok, içimin telaşı durulmak, dinmek bilmiyordu. Basbayağı korkuyordum. Ne düşünüyordu acaba? Ne diyecekti eve varınca ilk. Tokat mı atacaktı, yumruk mu vuracaktı, yoksa yakamdan kavrayıp yere mi kapaklayacaktı? Dışarı çıkmayı mı yasak edecekti, harçlığımı mı kesecekti, bir işe mi koyacaktı. Yoksa öldürecek miydi? Yok canım, daha neler, okulunu astı diye adam mı öldürülür, evlat hem de. Ama seninki okul asmak değil ki kardeşim, sen okula hiç gitmemişsin bile. Çok korkuyordum, bir şeyler bulmam lazımdı. Çok aramadan buldum. Karşıda iki tarafta iki kapısı bulunan gazete bayiini kestirdim gözüme. Babam bilmiyor tabii öbür tarafta kapı olduğunu, “Ben şuradan dergi falan alayım yolda okumak için,” dedim babamın rahatlığına sığınarak. Beni insan içinde hırpalamayacağını anlamıştım çünkü. Başıyla onayladı beni. Girdim gazeteciye, içerisi kalabalıktı. Babamın görüşünden çıktığım anda öbür kapıdan fırlayıp koşmaya başladım. Rastgele koştum epey bir süre. Aile içi bile olsa, bu tür kriminal tecrübelerim olmadığı için nereye gitmem gerektiğini kestiremediğimden kız arkadaşımın evine gittim. Ben tüydüğümde otobüsün kalkmasına bir yirmi dakika vakit vardı, kızın evine vardığımdaysa çoktan kalkmıştı. Kurtulmuştum. Kıza anlattım durumu, hak verdirdim kaçışıma, döndüm diye mutlu bile oldu hatta. O yaşta insanlara en kolay o yaşta insanlar ikna olurlar çünkü. Oturduk, yemek yaptık yedik, içmeye bile başladık. Babam gitmişti. Bileti yakacak değil ya, eşyaları da çoktan vermiştik bagaja zaten. Gitmiştir yani. Gitmediyse bile gelip, üniversite öğrencisi kızların yaşadığı bir evin kapısına dayanacak hali yok. Gitmiştir gitmiştir.
Kızların evinde vardı telefon. Yemekten sonra bira içip müzik dinliyorduk, susmuştuk, tok ve alkollü sessizliğimizin içinde çaldı acı acı ucuz orglarda çalınmış melodisiyle. Ben sıçradım, sanki kızların evinde beni arayacaklarmış gibi. Hakikaten de beni aradılar ama. Ezgi’den Erkan’dı; “O ite söyle, babası içmiş içmiş Muhabbet Olsun’da, bizim Hanefi de acımış adama, almış dükkâna götürmüş, ağlayıp duruyormuş orada adamcağız. Kalksın da bulsun babasını Hanefi’nin dükkânında, siktir olsun dönsün memleketine!” İçim, derimin altında buz kesti sandım. Babamı hiç ağlarken görmemiştim hayatımda, baba ağlar mıymış? Nasıl oldu da, demek ki seviyordu beni. Demek ki o aklımın erdiği yaşlarımdan beriki sert pozlar, uzak uzak, sinirli sinirli haller falan hep hava cıvaymış da babanın bunu gösterdiği nerde görülmüş? Hemen kalktım, fırladım evden. O gün, karşılaştığım herhangi birine, sabahtan beri olanları anlatsam, babama kalp krizi geçirtmeye çalıştığımı düşünürdü. Bokunu çıkarmıştım. Bunu nasıl yaparım, babamı nasıl ağlatırım ben diye dudaklarımı, yanaklarımın içini kemire kemire durağa koşturdum, atladım bir dolmuşa. Babamı ağlattım, nasıl evladım ben. Sabah, kendi göz korkuma, Ezgi Kafe’nin ortasında araba araba meydan dayağı yiyip rezil olmama hesabı yaparken akşamına koskoca adamı, SSK’ya ilaç yazdırmaya gelenler hariç, aynı insanların önünde ağlatıp rezil etmiştim. Hay ben benim suratıma, sıfatıma!
Dolmuştan inip karşıya geçtim, Hanefi’nin dükkân ışıkları yanıyordu, jaluzinin aralıklarından babamın suretini seçebildim. Merdivenleri ikişer ikişer çıktım. Babamın ağlamaktan gözlerine kan oturmuş, burnu kızarmış, içkiden yüzü pembeleşmiş haline doğru koşuyordum. Kapıyı hiddetle açıp dükkâna girdim ki babam sabahki sırıtışıyla oturuyor. Gayet kendi renginde, gözler, burun yerli yerinde, bej gibi, taba gibi ceket sırtında, gülümsüyor. Hanefi’ye dönüp, “Geldi kaçak,” dedi. Çok kötü tongaya gelmiştim. Babam kumpasıma kumpasla karşılık vermişti, harıl harıl kaçıp tıpış tıpış ayağına gelmiştim. Helal olsun. “Hoş geldin,” dedi Hanefi, “geç otur, ben aşağıya, Muhabbet Olsun’a iniyorum zaten. Siz baba-oğul konuşursunuz azıcık.” Hanefi çıkınca lafa ilk ben girecek, özür dileyecek gibi oldum. Konuşturmadı beni, hayatının tiradını attı oracıkta bana. Bak, dedi, aileyiz biz. Aileyiz diye başlayınca bütün saatler durdu, zamanı bir yere astılar sanki. “Bir hata yapmış olabilirsin. Gençsin sen, biz de genç olduk. Bu hatalarla büyünüyor. Aileyiz biz, ne hatamız ne derdimiz varsa kendi kendimize çözeriz biz onu. Burada olmadıysa, gidersin bir dersaneye, ölecek değiliz ya, başka bir yeri kazanırsın. Sen bizim evladımızsın, senin iyiliğini düşünmek bizim bütün işimiz. Seviyoruz seni biz, bırakamam seni böyle burda sefil gibi.” Seviyoruz dedi bana. Babam bana seviyoruz dedi. Biz, dedi, seviyoruz seni. Zaman asılı durduğu yerde bir titredi. Ayak parmaklarımdan, topuklarımdan yukarıya gıdıklayan bir şeyler yükseldi sanki enseme kadar. Babam susunca şansımı zorladım; “Sen?” Bir duraladı. Kim bilir kaç kere dedi ki ömründe topu topu, bir de evladına diyecek, sanki o çatık kaşlar onun değilmiş, o köşeleri gönyeyle çizilmiş gibi sert ses onun ağzından çıkmıyormuş gibi. Gözünün içine baktım, bir şey demek zorunda olduğunu, burdan çıkışın olmadığını anladı. “Eh, tabii oğlum, insan evladını sevmez mi?” dedi. Diyemedi. Yine seviyorum diyemedi, evet bile diyemedi ama olsun, ben anladım. Daha ne desin, seviyor işte adam. Hem de, iki yıldır olmayan bir üniversitede okuyan, masrafıyla evin kursağını daraltırken kendisi eli ette canı cennette bahtiyarlık süren, babasını hiç bilmediği şehirde garajda bir başına bırakıp gidebilecek vicdandaki bir evladı. Şansımız daha fazla zorlamadım. Zaten yumuşadı ortalık bir, gülüştük falan. Sonra durup dururken, “Bir sigara ver de içelim, az önce attım benim paketi,” dedi. Hakikaten babacan, hakikaten arkadaş gibi, hakikaten sigara istiyormuş gibi bakıyordu, kızmayacak gibiydi. Cebimden çıkışını ilk kez gördüğü sigara paketimi ona uzattım. Üç tane kalmış pakette. Birini çekti yaktı. Ben elimdeki paketi cebime koyuyordum ki, “İç hadi iç,” dedi gülerek, “Vay anasını,” dedim içimden, “Kâbusken debelendim durdum yırtamadım uykuyu, şimdi, bir rüyaya dönüşmüşken uyanırsam kıyameti koparırım!”
Garaja gittik sonra. Kaçırdığımız otobüsle bagajlar gitmişti. İndireceklerdi, varınca yazıhaneden alacaktık. Bilet alıp otobüsü beklemeye başladık. Babam, birkaç saat önce benim fıydığım gazete bayiinden gidip bir paket 2000 ve birkaç dergi alıp geldi. Dergileri bana verdi, benim almaya gittiğim, gidip dönmediğim dergilerdi. Paketini açtı, bir sigara yaktı, sonra bana tuttu 2000’i. Gülümseyerek yaktım bir tane, o neye gülümsediğimi bilemedi tam. Biraz sonra kalktık, düştük yola. Valizlerden bir beş-altı saat kadar sonra, ulaştık memleketimize.
Şimdi babacığım, hani senin bir şarkın var. Sesin güzel, müziğin, ahengin güzel, şarkının şiiri de iyi evelallah. Onu düşünüyorum bu aralar adın geçtikçe. “Varsa bir ayıbın, günahın / Paylaşırız, buradayız oğlum” diyorsun ya hani o insanın içine ılık yorganlar örten, insanın yarasına yumuşacık ve serin pamuklar basan sesinle o şarkıda, benim karşıma bej gibi taba gibi ceketi ve on altı yıl önceki haliyle o adam oturuyor sanki karşıma. Şimdiki yaşıma yakın gençliği, sarıya çalan yakışıklılığıyla önümde beliriveriyor sanki. “Seviyorum,” diyemiyor ama “İnsan,” diyor, sevmez mi evladını hiç?” Sen ne diyorsun? “Babalar eksik gösterse de çok sever / Dönmesen de bunu bil oğlum” Ben biliyor muyum bunu artık? Öğreniyorum bak, ne güzel demişsin, ‘eksik gösterse de’ diye. Yaş ilerledikçe daha kolay gösteriliyor artık böyle şeyler. Haneler uzaklaştıkça gönüller daha bir yakınlaşıyor, günbegün eskidiklerinden. Yine de seviyorum falan denmiyor da, hani bana sorsan şimdi, “insan babasını sevmez mi yahu?” derim en azından. Eksik göstersek de çok seviyoruz, o da ben de. Yaşlanmayı katlanılır kılacak bir avuntu işte. Ölmesin hiç, hep başımızda olsun da, söylemese, belli etmese de olur.
Her neyse, daha fazla yormayayım seni şimdi. Sen kalbi engin, gönlü kalender adamsın, anlamışsındır derdimi. Toparlanıp kalktığında gene konuşuruz belki müsait olursan, babam da gelir. Çok seversin tanısan, serttir, uzaktır ama can gibi adamdır. Bir de güldü mü, günün ışıklanır, yaz geldi sanırsın.
Kafanı şişirdim kusura bakma. Hayır haberin, bıyıkları gülen yorgun yüzün gibi ısıtsın içimizi. İyi ol, dert sahibiyiz zaten.
Hürmetler ederim.
--spoiler--
(bkz: mahir ünsal eriş)
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?