kafam çok doluyken uyuduğumda daha bir karışık olan rüyalardır.
bir sokakta yürüyorum, elimdeki poşette üç tane ekmek var. biraz uzakta bir ingiliz atı görüyorum. asil mi asil, siyah mı siyah. büyüleniyorum adeta ''senden benden daha asil şerefsizler!'' deyip, atın yanına gidiyorum. sırt çantamda kameram varmış, yeni almışım ve acayip de pahalıymış. diyorum ki, hayatımda ilk defa böylesi güzel at görmüşken biraz çekim yapayım, hem de kamerayı denemiş olurum. atın yanına gittim. iki adım ötesinde biraz yükselti var, oraya çıkıp çantamdan kameramı çıkarmaya başladım. elimde de ekmekler olduğu için beceremedim. salak gibi önce çantayı sonra ekmekleri atın üzerine koydum, kamerayı daha rahat alabilmek için. at huysuzlandı, sırtına ekmek koyduğumu görünce ekmeği yiyebilmek için atağa geçti, korkup geri kaçtım. o saniye bir şey oldu, sanki karşıdan baraj kapağı açılmış gibi, atın olduğu yere sıvı bir şeyler aktı. orası aniden bataklığa dönüştü. kamera ve ekmekler atın üzerinde kaldı. düştü düşecek ama. at da bataklığın içinde kaldı, hareket edemiyor. sadece kafasını oynatabiliyor, o da sırtındaki ekmeği alabilmek için. alamıyor da.
yoldan 6-7 kişi topluyorum, atı bataklıktan kurtarmak için organize oluyoruz. yükseltiye çıkıp, biiir ikiii üççç deyince atı çekeceğiz yükseltinin üzerine. bu arada kamera ve ekmekler halen sırtında, düşmemiş. hem atı hem de kamerayı kurtarma derdindeyim. atın etrafına geçip, ata dokunduğumuz anda at hareketleniyor. hepimiz yere düşüyoruz. ekmeklerden birisi de düşüyor, düşen ekmeğı bataklık çekiyor gözden kayboluyor. kamera hâlâ çantada ve sonu ekmek gibi olabilir. telaşlanıyorum. etrafımdaki insanlar aniden kaçıp kayboluyor. yalnız kalıyorum. yükseltiden uzanabildiğim kadar ekmeğe uzanıp, ata vermeye ve kamerayı alıp gitmeye karar veriyorum. tam ekmeğe uzanırken, at dönüp elimi kapıyor. parmağımı ısırıyor. işaret parmağımda bir oyuk var, ama kanamıyor; sadece çok acıyor.
atın olduğu yerden çıkıp koşmaya başlıyorum. deli gibi koşuyorum. bir apartmana girip kapıyı yumrukluyorum. kapıyı okulun kantincisi hüseyin abi açıyor. ''ooo nerelerdesin sen, gel buyur.'' diyor. nefes nefese ''abi yok gelemem ekmek lazım bana.'' diyorum, bir solukta atı ve kamerayı anlatıyorum. hüseyin abi, içeri koşup ekmek alıyor. beraber atın olduğu yere doğru koşmaya başlıyoruz.
atın olduğu yere yaklaştıkça orada bi' kalabalık olduğunu görüyorum. polisler, insanlar, haber kameraları hatta bir adet de canlı yayın aracı. at çok zor durumda, çevrelemişler hayvanı. bir şey yapacaklar. korkuyorum. bu arada kamera ve ekmekler hâlâ atın sırtında. daha hızlı koşmaya başlıyorum ve o saniye her şey ağır çekimle gerçekleşiyor. saniyeler içinde bütün polisler, nerden baksan 20-30 tanesi, biber gazıyla, bıçaklarla, jopla atın üzerine saldırıyorlar. at yere düşüyor ve ölüyor. hem koşuyorum hem bağırıyorum hem de ağlıyorum atı öldürdükleri için. kamera umurumda değil, at öldü at. var gücümle bağırıyorum: (vurgula: ''faşist devlet! katil polis!!'')
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?