insanlık suçu cihetinden müze yapılmalıdır ibret alınsın diye...ama kim neyi ibret alacak ki...gitti faşist geldi yine faşist...
diyarbakır cezaevi
çocukların babalarına tecavüz ettirilmeye çalışıldığı, insanlığın bittiği yer.
bugünlere ışık tutacak, devlet eliyle bugünlerin temelinin atıldığı ceza evi
12 eylül döneminin insalık dışı işkencelerine ev sahipliği yapan mekan.
bahçesinden insan kemikleri çıkan cezaevi.
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1075279&CategoryID=77
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1075279&CategoryID=77
diyarbakır'da gün itibariyle gerçekleşen hadisedir. sonuç olarak faili meçhullar için veya kayıplar için en azından bir kimlik tespit çalışması yapılmasına olanak sunacaktır. kemiklerin altı ayrı insana ait olduğunu belirlemişler.
http://tiny.cc/kywww
http://tiny.cc/kywww
kim ne derse desin pkknın temellerinin atıldığı, mahkumlara bir dönem[ybkz]swh[/ybkz] kendi dışkılarının yedirildiği, türkçe dışında bir dil kullanmanın yasak olması nedeniyle türkçe bilmeyen mahkum yakınlarının görüşlerde evlatlarının halini hatrını dahi soramadığı cezaevi.
bilmeden atıp tutanlara katliamın ve insan öldürmenin "hak" olduğunu düşünenlere yılmaz odabaşı kendi anısıyla cevap vermiş kitabında. okuyun cehaletinizi ve belki de faşizmin kaskatı ettiği yüreğiniz biraz yumuşar da genelleme yapan o kıt beyinleriniz biraz aydınlanır.
mardinli kör şeyho - yılmaz odabaşı
"1981'de Diyarbakır Askeri Cezaevi’nin 20. koğuşunda hiç Türkçe bilmeyen koğuş arkadaşlarımızdan biri de, çocukluğunda geçirdiği bir hastalıktan sonra sağ gözü görmeyen Mardinli Kör Şeyhmus’tu. Birçoğumuz “Şeyho” derdik ona. Köyünün geniş bozkırlarından alınıp o dar koğuşa kapatıldığı ilk günlerde soluk renkli, kahverengi şalvarıyla sabırsız, kederli ve giderek daha çok hızlanarak volta atardı.
Sonra koğuşta akıp geçen o günlerde bize ısındı, bize tutundu. O, belki bu satırlarda betimlene - meyecek kadar saf ve mağrur bir toprak insanıydı.
Şeyho, küçük kardeşiyle birlikte gözaltına alınmıştı. Dışarıda altı çocuğu vardı. Otuz yaşların- daydı. Kardeşi az çok, derdini anlatabilecek kadar Türkçe bilirdi; öyle bilirdi ki, kimi geceler koğuşta kilere bazı şiirlerimi okuduğumda yanıma gelir ve bir mırıltıya dönüşen sesiyle:
“Abe vallah sen çok eyi bir şiirsin, çok iyi şair okuyorsun,” diyerek gülümserdi. Ben ise o yıllar tevâzu gösterir ve her seferinde “Bu cümle ne kadar doğruysa, ben de o kadar şairim,” derdim.
Ne dediğimi anlamaz, bir süre yüzüme garip garip baktıktan sonra benden hiçbir kötü söz umma-dığı için bir süre düşünüp yeniden bana gülümserdi...
Şeyho ise, ezbere bildiği çok sayıda Kürtçe ve Arapça türküyle birlikte hep severek dinlediğini söylediği bir Türkçe türküyü de ezberlemişti. Sıkıldıkça, koğuşta aynı türküyü döne dura yineler dururdu: “Dersim dört dağ içinde/Gülü bardak içinde?Dersim’i hak saklasın/Bir yarim var içindeee...”
1981 yılının güz aylarından itibaren Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde 12 Eylül yaptırımları şiddetle başladığında, Şeyho da morarıp kızarıyor, kahroluyordu. Cezaevi idaresinin başlattığı dayak ve marş ezberletme uygulamaları ve havalandırmada yaptırılan acemi er eğitimi çok gururuna dokunuyordu onun da.
Doğrusu, hepimiz olabildiği kadar bu uygulamalara direnmiş, hücrelere özel konuk edilmiş, ama yaşamla ölüm arasında bir tercih yapmak zorunda kalınca bir evreden sonra çoğunluğumuz su koyvermiştik.
Baskılar giderek boyutlanınca, Türkçe bilmediği için her gün üç dört kez cezaevi koridorlarına çıkarıp döve döve mahvettiler Şeyho’yu. İlle de on kıtasıyla İstiklal Marşı ezberlemeyip okuması isteniyordu ondan. Cezaevi idaresi için Türkçe bilmemek, İstiklal Marşı okumamaya bir gerekçe değil di tabii...
Sonraki günlerde koğuşa gelen komando erler, “Nerede leyn o dil bilmeyen Mardinli?” diye çağırarak koridorda dövüyorlardı onu. Oysa o, hem Kürtçe, hem Arapça-iki dil- biliyor, ama oradaki bağnazlığa göre “dil bilmeyen” oluyordu (!)
Şeyho, koğuşa her gün kan revan döndüğünde, biz de paramparça oluyor, “ezberle!” diyorduk: “Ezberle ve kurtul! Seni mahvettiler Şeyho!”
Ama o, İstiklal Marşı’nı ezberlemek yerine,benden Sıkıyönetim Askeri Savcılığı’na tahliye dilekçesi yazmamı istiyor, nitekim onu kırmadığım için her gün yazdırıyordu da. O, copla dayatılana bilinçsizce bir nefreti besliyor, İstiklal Marşı ezberlemek yerine tahliye düşleri kurmayı yeğliyordu...
Yaklaşık iki ay, her gün koridora götürüp birkaç yerini morartarak, dişlerini kırarak, kaşını gözünü patlatarak ve bazen de çırılçıplak soyarak onu perişan ettiler de, “korkma sonmez bu şêfeklerde,” dışında tek sözcük ezberletemediler. Anasından emdiği sütü de burnundan getirdiler...
Bu evrede sadece beş on Türkçe sözcük öğrendi Şeyho. Komando erlerini her görüşünde artık aynı sözcükleri yineliyordu: “Hükmat geliyor, beni vurecekler...” Nitekim vuruyorlardı... Komando erlere “hükmat” diyordu Şeyho. Bir er görse “yek (bir) hükmat”, üç er görse “se” (üç) hükmat beni vurecekler” diyor, yiğitliğe ..k sürmüyor, hafif bir tebessümle dayak yemeye gidiyor, ama her seferinde çatılmış kaşları ve bakışlarına yansıyan korkunç bir hınçla kan revan geri dönüyordu.
Dayak faslından dönüşlerinde sular genellikle kesik oluyordu. Kanlı yüzünü yıkayamıyordu. Yüzündeki kan lekeleri kuruyup koyu kahverengi bir renge bürünüyordu sonra...
Şeyho, dayak yemeye her gidişinde biz de buruk buruk gülümsüyor, ama o gülümsemeerin gizlisinde çıldırmayı, yüreklerde kopabilecek en berbat fırtınalarla acınası bir çaresizliği yaşıyorduk...
Bir gün birden “köylü bu be, anlamıyor!” diyerek ona İstiklal Marşı ve Çanakkale Marşı’nı ezberletmekten caydılar. İyi ki küçümsediler, küçümsedikleri için caydılar ve kurtuldu... Benim tahliye olup gideceğim güne kadar Şeyho, o “Dersim” türküsünü daha o koğuşta yanık yanık söylemeyi sürdürüyordu...
O, tertemiz, sımsıcak bir toprak insanıydı ve kendi türkülerini kendi dilinde söylüyordu. Kimbilir yirmi küsur yıl önce o yaşananları Şeyho, şimdi belki de unutmuştur; ama ona ve halkımın bütün Şeyho’larına yaşatılanlar ise benim yüreğime bir evlat acısı gibi oturmuştur... Sonra bazı Şeyho’lar, onurlarını bir daha bu boyutlarda çiğnetmemek için ölmeyi yeğlediler...
Bizim Şeyho ise, kim bilir belki serpilip büyümüş çocuklarıyla şimdi Mardinli bir akşam güneşinde ekin biçmekten dönüyordur..."
mardinli kör şeyho - yılmaz odabaşı
"1981'de Diyarbakır Askeri Cezaevi’nin 20. koğuşunda hiç Türkçe bilmeyen koğuş arkadaşlarımızdan biri de, çocukluğunda geçirdiği bir hastalıktan sonra sağ gözü görmeyen Mardinli Kör Şeyhmus’tu. Birçoğumuz “Şeyho” derdik ona. Köyünün geniş bozkırlarından alınıp o dar koğuşa kapatıldığı ilk günlerde soluk renkli, kahverengi şalvarıyla sabırsız, kederli ve giderek daha çok hızlanarak volta atardı.
Sonra koğuşta akıp geçen o günlerde bize ısındı, bize tutundu. O, belki bu satırlarda betimlene - meyecek kadar saf ve mağrur bir toprak insanıydı.
Şeyho, küçük kardeşiyle birlikte gözaltına alınmıştı. Dışarıda altı çocuğu vardı. Otuz yaşların- daydı. Kardeşi az çok, derdini anlatabilecek kadar Türkçe bilirdi; öyle bilirdi ki, kimi geceler koğuşta kilere bazı şiirlerimi okuduğumda yanıma gelir ve bir mırıltıya dönüşen sesiyle:
“Abe vallah sen çok eyi bir şiirsin, çok iyi şair okuyorsun,” diyerek gülümserdi. Ben ise o yıllar tevâzu gösterir ve her seferinde “Bu cümle ne kadar doğruysa, ben de o kadar şairim,” derdim.
Ne dediğimi anlamaz, bir süre yüzüme garip garip baktıktan sonra benden hiçbir kötü söz umma-dığı için bir süre düşünüp yeniden bana gülümserdi...
Şeyho ise, ezbere bildiği çok sayıda Kürtçe ve Arapça türküyle birlikte hep severek dinlediğini söylediği bir Türkçe türküyü de ezberlemişti. Sıkıldıkça, koğuşta aynı türküyü döne dura yineler dururdu: “Dersim dört dağ içinde/Gülü bardak içinde?Dersim’i hak saklasın/Bir yarim var içindeee...”
1981 yılının güz aylarından itibaren Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde 12 Eylül yaptırımları şiddetle başladığında, Şeyho da morarıp kızarıyor, kahroluyordu. Cezaevi idaresinin başlattığı dayak ve marş ezberletme uygulamaları ve havalandırmada yaptırılan acemi er eğitimi çok gururuna dokunuyordu onun da.
Doğrusu, hepimiz olabildiği kadar bu uygulamalara direnmiş, hücrelere özel konuk edilmiş, ama yaşamla ölüm arasında bir tercih yapmak zorunda kalınca bir evreden sonra çoğunluğumuz su koyvermiştik.
Baskılar giderek boyutlanınca, Türkçe bilmediği için her gün üç dört kez cezaevi koridorlarına çıkarıp döve döve mahvettiler Şeyho’yu. İlle de on kıtasıyla İstiklal Marşı ezberlemeyip okuması isteniyordu ondan. Cezaevi idaresi için Türkçe bilmemek, İstiklal Marşı okumamaya bir gerekçe değil di tabii...
Sonraki günlerde koğuşa gelen komando erler, “Nerede leyn o dil bilmeyen Mardinli?” diye çağırarak koridorda dövüyorlardı onu. Oysa o, hem Kürtçe, hem Arapça-iki dil- biliyor, ama oradaki bağnazlığa göre “dil bilmeyen” oluyordu (!)
Şeyho, koğuşa her gün kan revan döndüğünde, biz de paramparça oluyor, “ezberle!” diyorduk: “Ezberle ve kurtul! Seni mahvettiler Şeyho!”
Ama o, İstiklal Marşı’nı ezberlemek yerine,benden Sıkıyönetim Askeri Savcılığı’na tahliye dilekçesi yazmamı istiyor, nitekim onu kırmadığım için her gün yazdırıyordu da. O, copla dayatılana bilinçsizce bir nefreti besliyor, İstiklal Marşı ezberlemek yerine tahliye düşleri kurmayı yeğliyordu...
Yaklaşık iki ay, her gün koridora götürüp birkaç yerini morartarak, dişlerini kırarak, kaşını gözünü patlatarak ve bazen de çırılçıplak soyarak onu perişan ettiler de, “korkma sonmez bu şêfeklerde,” dışında tek sözcük ezberletemediler. Anasından emdiği sütü de burnundan getirdiler...
Bu evrede sadece beş on Türkçe sözcük öğrendi Şeyho. Komando erlerini her görüşünde artık aynı sözcükleri yineliyordu: “Hükmat geliyor, beni vurecekler...” Nitekim vuruyorlardı... Komando erlere “hükmat” diyordu Şeyho. Bir er görse “yek (bir) hükmat”, üç er görse “se” (üç) hükmat beni vurecekler” diyor, yiğitliğe ..k sürmüyor, hafif bir tebessümle dayak yemeye gidiyor, ama her seferinde çatılmış kaşları ve bakışlarına yansıyan korkunç bir hınçla kan revan geri dönüyordu.
Dayak faslından dönüşlerinde sular genellikle kesik oluyordu. Kanlı yüzünü yıkayamıyordu. Yüzündeki kan lekeleri kuruyup koyu kahverengi bir renge bürünüyordu sonra...
Şeyho, dayak yemeye her gidişinde biz de buruk buruk gülümsüyor, ama o gülümsemeerin gizlisinde çıldırmayı, yüreklerde kopabilecek en berbat fırtınalarla acınası bir çaresizliği yaşıyorduk...
Bir gün birden “köylü bu be, anlamıyor!” diyerek ona İstiklal Marşı ve Çanakkale Marşı’nı ezberletmekten caydılar. İyi ki küçümsediler, küçümsedikleri için caydılar ve kurtuldu... Benim tahliye olup gideceğim güne kadar Şeyho, o “Dersim” türküsünü daha o koğuşta yanık yanık söylemeyi sürdürüyordu...
O, tertemiz, sımsıcak bir toprak insanıydı ve kendi türkülerini kendi dilinde söylüyordu. Kimbilir yirmi küsur yıl önce o yaşananları Şeyho, şimdi belki de unutmuştur; ama ona ve halkımın bütün Şeyho’larına yaşatılanlar ise benim yüreğime bir evlat acısı gibi oturmuştur... Sonra bazı Şeyho’lar, onurlarını bir daha bu boyutlarda çiğnetmemek için ölmeyi yeğlediler...
Bizim Şeyho ise, kim bilir belki serpilip büyümüş çocuklarıyla şimdi Mardinli bir akşam güneşinde ekin biçmekten dönüyordur..."
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?